2 Haziran 2008 Pazartesi

“HER BİRİ BİR KIZDA KALDI
BİRÇOĞU DA POLİSTE ŞİİRLERİMİN...”


AHMED ARİF — Urfa’da ortaokul olduğu için Urfa’ya gittik. Çünkü Siverek’te ortaokul yoktu. Urfa’da bizi azınlık, hatta gâvur gibi karşıladılar. Orada benim 20-25 yaşında abilerim oldu. Hepsiyle sınıf arkadaşıydık. Okullar şimdiki gibi değildi. Cumhuriyetin ilk yılları. Yedi yaşında gelen de var okula, on beş yaşında gelen de...
Neden mi anlatıyorum bunları? Bu karmaşada biz o büyüklerin kavgalarına karışırdık. Dinlemezdik. O sırada bıçak da işlerdi, muşta da çalışırdı.

— Peki ne zaman başladı? Ortaokulda şiir var mı?

AHMED ARİF — Ortaokulda şiir oldu. Benim bir arkadaşım, bir abim vardı. Bütün ömrümce sanıyorum en sevdiğim biri oldu. Bekir Abi, Bekir Bucak. Şiirden önce bunu anlatmak istiyorum.
Ünlü Faik Bucak var. Avukattı, öldürdüler. Bekir Abi, Bucak ailesinden Faik Abi’den sonra geliyor. Ben Bekir Abi’nin arkadaşıyım.
Mesela bir Hasan Basri var. Gangster. Bütün esnafı haraca kesmiş, vergiye bağlamış. Hatta efsanesi var. Bir gün alaydan makineli tüfek çalmış. Urfa kalesine gitmiş. Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı yere makineliyi kurmuş. Öyle bir efsane anlatırlardı.
Bekir Bucak, gözümün önünde Hasan Basri’yi kaldırdı, palaskasından yakaladı, karpuz gibi yere vurdu. Hasan Basri mavi keten bir kumaştan entari giyerdi. Şimdi blucin diyorlar ya, onun gibi. Bu kumaş ünlüdür Urfa’da. Kendirciler o entariyi giyer, mavi, çivit rengi bir entaridir o. Beline palaska bağlarlar.
Hasan Basri de bayağı babayiğit bir adamdı. Bekir Bucak onu karpuz gibi yere vurunca, bu olay yarım saat içinde bütün Urfa’da duyuldu. Ondan sonra biz öyle çarşılardan geçerken kimse bize yan bakamazdı.
Bir de şu var: Benim ablam Urfa’ya gelin gittiği için, onlarda çok ünlü bir aileydi, hâlâ da öyledir. Demirkollar derler. Ondan dolayı çekinirlerdi. Bana sataşmazlardı.

— Şiirden söz edecektik...

AHMED ARİF — Evet, ortaokuldayken şiir başladı. İstanbul’da çıkan “Yeni Mecmua”ya gönderdim. Yayımlanıp yayımlanmadığını bilemiyorum.
Ama oradan bir cevap geldi. Onu hatırlıyorum.

— Ne diyordu cevapta?

AHMED ARİF — Beni övüyor, çok kabiliyetli olduğumu söylüyordu. Yazmaya devam etmemi belirtiyordu.

— Şiirle nasıl buluşmuştun?

AHMED ARİF — Bizim için o zaman en büyük şair Faruk Nafiz’di. Ama ortaokuldayken ben Nâzım Hikmet’i okuyordum. Nâzım Hikmet’in ne olduğunu bilmiyordum, ama okuyordum.

— Nasıl oluyor bu?

AHMED ARİF — Her halkevinin bir kitaplığı vardı. Yaz kış bu kitaplığa girmek serbestti. Hele yazın çok iyiydi. Gölge. Türkiye’de çıkan bütün dergiler gelirdi oraya. Ayrıca her ildeki halkevi bir dergi çıkarırdı. Mesela İzmir Halkevi’nin çıkardığı “Fikirler” dergisi. Bugün bile o kalitede bir edebiyat dergisi bulmak biraz zor. Isparta Halkevi “Ün” diye bir dergi çıkarıyordu, Afyon Halkevi “Taşpınar”, Diyarbakır Halkevi “Karacadağ”.
Buna benzer birçok dergi var. Bunları hep okuyoruz. Nâzım Hikmet’in “835 Satır”ını, “Gece Gelen Telgraf”ını, “Taranta Babu’ya Mektuplar”ını ben ortaokuldayken okudum. Ayrıca yine o yıllarda André Gide’i bulmam, benim için çok olumlu bir tesadüf olmuştur.

— Şiirler tabii hep hece vezniyle...

AHMED ARİF — Tabii yazdıklarım hep hece vezniyleydi. O şiirleri şimdi iyi hatırlamıyorum. Dediğim gibi, Faruk Nafiz’i çok seviyorduk. Çünkü bir Türkçe öğretmenimiz vardı, Yusuf Bey, o çok şairane okuyordu Faruk Nafiz’in şiirlerini. Sınıfta beni kaldırır şiirler okuturdu. “Çoban Çeşmesi”ni bana ezberletmişti. Gerektiğinde ben okurdum. Gerçekten de severek, duygulanarak okurdum.

— Ve lise yıllarına geldik...

AHMED ARİF — Liseye ben Afyon’da başladım. Yatılı olarak okudum. Diyarbakır’da da bir lise var ama, babam oraya vermedi. Çünkü bütün arkadaşlarım, sevdiğim arkadaşlarım, çocukluk arkadaşlarım, hepsinin tuzu kuruydu. Varlıklı aile çocuklarıydılar. Okumak umurlarında değildi. Delikanlılık çağı işte, orda çapkınlıkla, kabadayılıkla vakit geçiriyorlardı. Babam, “Bu çocuk Diyarbakır’da okumaz” derdi. Hatta onun bir deyişi vardı: “Bu, burda ya kaçakçı olur ya gangster. Bunu öldürürler. Oğlum bu okulda okumaz. Çünkü arkadaşlarına uymak zorunda.”
Bir Mustafa vardı benim çocukluk arkadaşım. Polislerin elinden Arabı kurtardığımız Mustafa. Mustafa sınıfa girdiğinde Diyarbakır Lisesi’nde gömleğini kaldırıyor. Üç bomba sağında, üç bomba solunda. Lider yani. Anla nasıl bir lise. O bakımdan babam belki haklı. Mustafa ile duygu yakınlığımız çok birbirimize. Onun babası beni yasak ediyor, benim babam onu, konuşmayalım diye. Biz ise birbirimizden imkânsız ayrılmıyoruz. Çok bağlıyız.
Bu nedenle bana en uygun lise diye Afyon’u buldular. Bir de şu var: Abim o sırada Isparta Ortaokulu’nda öğretmen. Yakın olursa belki benimle ilgilenir. Abimin ayrıca Afyon Lisesi’nde arkadaşları var.
Şunu da belirteyim. Bütün okul hayatımda tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert, en bilgili adamlar bu lisedeydi.
Bir Cemal Hoca vardı, Cemal Tanaç. Matematik dersine gelirdi. Onun hanımı vardı, Mevhibe Hanım. Bütün sınıf âşıktık ona. Dünya güzeliydi. Taparcasına seviyorduk. Dokuz alırsak onurumuz kırılırdı. O kadar çok çalışırdık. Cemal Hoca hepimizi Teknik Üniversite’ye gidecekmişiz gibi çalıştırırdı.

— Edebiyat hocanız?


AHMED ARİF — Edebiyat Hocamız Gündüz Akıncı idi. Gündüz Akıncı büyük bir şanstı bizim için. Akıncı, ders kitabından çok roman okuturdu bize. Lisede ben André Malraux’yu, Max Beer’i, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Gustava Flaubert’i, özellikle de Emile Zola’yı okudum hep. Gündüz Hoca bir karar aldırmıştı Öğretmenler Kurulu’nda. Her çocuk gece mütalaalarında roman okuyabilir diye. Nöbetçi hocalar karışmazlardı. Ama roman okuyan mutlaka bir özet çıkarırdı. Onu da izlerdi Gündüz Hoca yani.
Bir anımı anlatayım. Çocuğun biri, şimdi avukat, Kel Sabri diye biri, Cahit Uçuk’un bir kitabını, “Dikenli Çit”i okuyor. Bunu gören Gündüz Hoca çocuğu bir dövdü, bir dövdü niye bu kitabı okuyorsun diye...
Oysa Gündüz Hoca çok efendi bir adam. Melek gibi. Hep şaştık, bu hoca nasıl adam döver. Asabı bozulmuş. Yani “Ne demek oluyor, benim öğrencim nasıl oluyor da Cahit Uçuk’u okuyor” diye sinirlenmiş. Bunu kendisine bir hakaret sayıyor.
Diyeceğim liseye bir Faruk Nafiz hayranı olarak geldik, bir edebiyat hazinesine düştük.
Yine o sıralar bir Cahit Erencan vardı. Yani şimdiki Cahit Külebi. Gündüz Hoca’nın arkadaşı o da. Çok güzel şiirleri vardı. Onun ben “Pembe Mantolu Kıza” şiirini okurkan sarhoş olurdum. Kendimden geçerdim. Bütün okul dinlerdi beni. Şöyle biterdi şiir, şimdi de aklımda:
“Avareyim yeşil bir denizaltı şehrinde
Ve sabahlara kadar şarkı söylüyorum.”
Bu şiirler çok yeni şiirler. Yine Muhip Dıranas ve özellikle Behçet Hoca. Behçet Necati. O zaman Behçet Gönül’dü, sonra Necatigil oldu.
Şarap içmeden de insanı sarhoş eden şiirler onlar.
İşte o yıllar... Yıl 1943 olmalı. Taş çatlasa 16-17 yaşındayım. Durmadan şiir yazıyordum.
Defterler dolusu şiirim vardı. Gecede 8-10 sayfa yazardım. Elbette kaliteli olanı vardı, olmayanı. Her biri bir kızda kaldı. Birçoğu da poliste... Geri alamadım, vermiyorlar...

— Polis vermese de kızlar da mı..?

AHMED ARİF — Kızlar da... Vermiyorlar. Ben isterim. Çocukluğumun bir fotoğrafı, beynimin bir fotoğrafıdır onlar. Yüreğimin fotoğrafı...

— Hiç yayımlandı mı bunlar?

AHMED ARİF — Bir kısmı çıktı. Ben böyle şeyden hoşlanmam ama, sonra öğrendim. Dergilerde ustaları acemiler yanyana gelmez. Bugün de böyledir.
Bir dergi, “Seçme Şiirler Demeti” diye kuşe kâğıda basılıyor, renkli desenler, kırlangıçlar, serçeler, sarmaşıklar filan. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım o zaman. Torunundan bile küçüğüm.
Bir de on lira para geliyor. Telif hakkı. Ben parayı alamazdım. Çünkü öğrenciyim ve Ahmed Arif kimliğim yok. Parayı hocalarımdan ya muavin Nazif Hoca alırdı, mutemet, getirir verirdi; ya da Haluk Nurbaki’nin babası Edip Ali Bey vardı Fransızca hocamız, o alırdı.
Düşün, babam harçlık olarak ayda beş lira gönderirdi. On lira bunun için büyük paraydı. Ama paradan öte Afyon’da gerçekten büyük şairler vardı. Bütün şiirleri okurduk. Dergileri okurduk. Böylece kendi kendimize bir ölçüye varırdık.
Bizim sınıfta bir Faruk Menderesli vardı. Bugünkü profesyoneller kadar güzel şiirler yazardı. Sonra öğretmen oldu. Çivrilliydi. Hayran olunacak bir güzelliği vardı şiirlerinin. Asıl adı Faruk Bayramoğlu. Dergilerde şiirleri çıkıyordu.
Sonra Kenan Harun vardı. O bizim abimizdi. Bizden daha eski bir öğrenciydi. Afyon’dan ayrıldı. Hayriye’den mezun oldu. Özel liseden yani... Usta ve çok iyi bir şairdi.
Ben işte o yıllarda bu tarz şiirler yazdım. Biraz Nâzım Hikmet, biraz Ahmet Hamdi Tanpınar, biraz Ahmet Muhip, biraz Cahit Külebi, biraz Behçet Necatigil, bunlarla beslene beslene, bunları sindire sindire, hep böyle yalpalaya yalpalaya, ama hiçbir zaman iyinin altında, yani ortaya yakın yazmayarak, kaliteli şiirler yazdım. Sonra 1947-48 yıllarında kendimi bir sorguya çektim. Bir muhasebe yaptım. Kendime sordum, nasıl olacak bu diye...

— Lise bitmişti yani...

AHMED ARİF — Evet, lise bitti. Oturup düşündüm. Böyle gidecekse ne olur? Sen ne olursun? Muhip’ten daha büyük bir şair mi olursun? Cahit Külebi’den daha mı büyük olacaksın? Ben böyle kendi kendimle sorguda iken oturup “Otuzüç Kurşun”u yazdım.

“İNSANIN KENDİ KÖKLERİNİ ARAŞTIRMASI
ÇOK ÖNEMLİ...”


AHMED ARİF — Nasıl yazdım “Otuzüç Kurşun”u? Olay 1942-43’te olmuş. Basına 1946’dan sonra yansıyor. Bir de fısıltı var. İlginç bir durumu da var bunun.
Olayı parlamentoya getiren bizim süt dayımız Mustafa Ekinci. Diyarbakır milletvekili. Mustafa Ekinci delikanlı iken sürgüne gitmiş. 1925 mi, 1927 mi ne? Benim doğumum sırası yani. Şeyh Sait isyanından sonra. İşte milletvekili seçilip geliyor. 45-50 yaşlarında dönmüş Diyarbakır’a. Parlamentoya olayı getirip önerge veren o. Demokrat Parti doğuda bununla seçimi kazandı. Yani jandarma dayağı, cinayetler... Bir de sigara paketi gösterip “Bunu beş kuruşa içireceğiz” diyorlardı. Yenice sigarası. İktidara gelir gelmez 50 kuruş zam yaptılar ya, o ayrı mesele...
“Otuzüç Kurşun”u yazdım ama, bir hamlık olduğunu biliyorum. Benim için çok yeni bir tarz. Fakat çok seviyorum. O arada başka şiirlerim de var. Şimdi söyleyeyim: “Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden.” Onu yazmışım ama, yayımlanmış değil daha. Buna benzer bir-iki şiirim daha var.

— Onları neden yayımlamadın?

AHMED ARİF — Ben şiirleri çok bekletirim. Mesela şimdi 20 yıldır hiç dokunamadığım şiir var. Öyle kalsın. Damıtılsın. Bir yere takılmışımdır. Oraya layık, oraya yakışan bir bölüm buluncaya kadar beklesin. Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın. Ben buna çok saygı duyarım.

— “Otuzüç Kurşun”da hiç oynadın mı?

AHMED ARİF — “Otuzüç Kurşun”da hiç oynamadım. “Otuzüç Kurşun” diyebilirim ki ilk yazdığım gibi. Ama “Otuzüç Kurşun”un başına neler geldi, benim başıma neler geldi...
“Otuzüç Kurşun”dan önce “Rüstemo”yu yazdım. Dergiye gönderirken sadece “Rüstem” dedim. O’yu koymadım. O kadar bir uyanıklığım var. “Rüstemo” diye yayımlamazlar dedim. Attila İlhan’dan bir mektup geldi. Varlık dergisi bir antoloji çıkaracak. Yıl yanılmıyorsam 1948. “Rüstemo”yu ona gönderdim. Derken işte Attila İlhan’dan mektup geldi. Teşekkür ediyordu. Yaşar Nabi Bey, Attila’ya şiirleri sen seç demiş. Seçtikleri arasında benim şiirim de var. Ön eleme gibi bir şey. “Ama” diyor Attila, “son dakikaya kadar bir şey olmazsa kitapta çıkacak.”
Antoloji çıktı. “Rüstemo” da orada yayımlandı ama, bu şiir o kitapta tektir. Çok ayrı bir sestir. Oraya herhalde 40-50 şair girdi. Büyük çoğunluğu benden büyük abilerim. En gençlerden biri benim. Öyle sanıyorum ki hiçbirine benzemeyen tek şiir odur. Yani bunu kişiliği belirtmek için anlattım.

— “Rüstemo” “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabında yok ama...

AHMED ARİF — Kitapta yok. Pek çok şiirim yok “Hasretinden Prangalar Eskittim”de.

— Neden diye sorabilir miyim?

AHMET ARİF — Bazılarını kitaba girecek kadar güzel saymıyorum. Oysa bir yaşa gelince bunu yapmak lazım. Belki halk için, okuyucu için gerekli değil ama, edebiyat tarihçileri için, eleştirmenler için gerekli olabilir. Türkiye’de henüz bu gelenek yok. Ama bir gün o da olur. Mesela Victor Hugo’nun sevgilisine yazdığı, Baudelaire’in hizmetçisine yazdığı mektuplar Fransa’da çok değerli belgeler olarak sunuluyor. Elbet bir milletin kültürü onlar da.
Bizde böyle bir gelenek yok ama, öyle çocuklar gördüm ki, üniversiteli çocuklar, hayret ettim. Hiçbir edebiyat tarihçisi, eleştirmen onların getirdiği yorumu getiremez.

— Nedir bu getirdikleri yorum?

AHMED ARİF — Benim şiirimde tek bir yorum olamaz. Belki onu ilginç kılan öğelerden biri de bu. Biraz sürprizi bol bir şiirdir. Nasıl sürpriz mi diyeceksin... Yani bir mısra okursun, ondan sonra nasıl bir mısra gelir dünyada kestiremezsin.
Şimdi ben bunu niye böyle yapıyorum. Hepsi başından beri bir bilinçle, bir marangoz gibi, bir mühendis gibi düşünülmüş değildir. Ben de her şair gibi planımı kurarım. Ama “Otuzüç Kurşun” bir yana, “Anadolu” bir yana bütün şiirler bu çerçeveyi zorlamış, beni dinlememiştir. Alıp götürmüştür beni. Başta tasarladığım gibi bitirememişimdir. Bundan da pişman değilim. İnsan beyni başlı başına bir mucizedir. Bir güzellikler hazinesidir. İnsan beyni ve yüreği. İkisi bir araya gelince işte bunlar doğuyor.


NOT: Bu röportaj Refik DURBAŞ ’ın Ahmed Arif Anlatıyor:Kalbim Dinamit Kuyusu adlı kitabından alınmıştır.

Hiç yorum yok: