2 Temmuz 2008 Çarşamba

15.YILINDA SİVAS KATLİAMINI UNUTMADIK,UNUTTURMAYACAĞIZ!


33 can, 33 insan 15 yıl önce diri diri yakıldılar. Onlar, toplumun aydınlık yüzüydüler. Şair, ozan, yazar, kendi öz kültürlerinin temsilcileri ateşlerde kavrularak, dumanlarda boğularak katledildiler. Yüzyıllar önce Pir Sultan, dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin tüm halk kesimlerinin tepkilerini dile getirmiş, kardeşçe bir düzen için mücadele vermiş ve bundan dolayı da dönemin egemenleri tarafından katledilmiştir.33 canı diri diri yaktıranlar da egemenlerdir.
Emperyalistlerin ve uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda SGGSS yasası ile sağlık ve emeklilik hakkımızı satışa çıkaranlar, özelleştirmelerle, sigortasız, güvencesiz çalışma koşullarıyla hayatımızı zindana çevirenler, kölelik yasalarıyla işçi sınıfını örgütsüzleştirmeye, sendikasızlaştırmaya çalışanlar, hep aynı karanlık yüzlerdir.Bize, Sivas katliamını unutturmak isteyenler esasında bu gerçekleri unutturmak istiyorlar. Biz, katillerin karanlık yüzlerini unutmayacağız!
Sivas'ta katledilen şairlerimizin,ozanlarımızın,yazarlarımızın aydınlık yüzlerini unutmayacağız,unutturmayacağız...
Anıları önünde saygıyla eğiliyoruz...

1 Temmuz 2008 Salı

KATLEDİLENLER

Asım BEZİRCİ

1928'de demiryolu işçisi Hamdi Bey'le ev kadını Refika Hanım'ın tek çocuğu olarak dünyaya gelir Asım Bezirci. Üniversite yıllarında sosyalizmle tanışır. Türkiye Sosyalist Partisine girer. Refika Hanım hep bir denge isterdi. Sanki hassas bir terazi gibiydi. Asım Bezirci'ye "başkaldırı insanı" demek doğru bir tanımlama dedim. Şiddetle karşıydı. Kanımca, bunda sosyalizme yürekten inanmasının da etkisi var. Asım Bezirci, 67 yıllık yaşamına, bir insan ömrüne eşit uzunlukta 70 kitap sığdırdı. Sonuç ne kadar acı olursa olsun, yüreklerimizi ne kadar acıya keserse kessin, ölümü Asım Bezirci'ye yakışır biçimdeydi. Kalesini terk etmeyen komutanlara benziyordu. Gençliğe inanıyordu. Tercihi onlardan yanaydı. Ağız dolusu gülüşü, çoşkusu, kuralcılığı, kütüphane raflarında bile eleştiriyi sürdüreceğinden hiç kuşkunuz olmasın.

METİN ALTIOK

Metin Altıok bir sabah, 13 Haziran 1993 günü, on kitabını birden yere yayarak, eşi Nebahat Çetin'e imzalamaya koyuluyor. "Sende benim setim yok bulunsun" diyerek Sivas'ta katıldığı üçüncü şenlik oluyor. Nebahat Çetin, "Sen Sivas'lısın, Metin'i sağlam verdim, sağlam istiyorum" diyor Uğur kaynar'a... İkisi de dönemiyor Sivas'tan.. Üstünde kafa patlattığı konu, ölüm; kendi ölümü; karısının ölümü; "Önce sen mi öleceksin, ben mi öleceğim?" Bu tartışma saatler boyu sürüyor! "Ben ölürsem sen bana sahip çıkarsın" diyor karısına, "Sen ölürsen ben sızarım!" Sivas'tan sağ dönmüş olsaydı, intihar etmese bile, Metin'i alkol komalarından kurtarabilir miydik acaba? "Ben niye yaşıyorum, ben niye ölmedim" bu soruları hep soracaktı kendine, duyduğu derin acıyı bana da yaşatacaktı... Sivas'tan sağ çıkması, bir başka biçimde ölümü olurdu.
O Şair Bir Babaydı
Sevgili kızım Zeynep; diyerek, yaşamındaki yerini önemle vurguladığı kızı Zeynep Altıok, bugün şunları söylüyor babası için: Babam, ben sekiz yaşındayken hatıra defterime birşeyler yazmasını istediğimde oraya bir dize yazmıştı: "Gülüşün bir kuş olacak hep omuzumda". Onu 02 Temmuz 1993'te bir ortaçağ karanlığında kaybettim, kaybettik. Ardından birşeyler söylemek benim için çok zor. O sadece bir baba değil, şair bir babaydı çünkü. O, "Metin Altıok"tu.

DR. BEHÇET AYSAN

Behçet Aysan "Beyaz bir gemidir ölüm" adlı şiirini okuyorum.

Çünkü beyaz bir gemidir
ölüm
Siyah denizlerin hep
çağırdığı
batık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
Yitik adreslere benzer
ölüm
Yanık otlar gibi.

Sen bu şiiri okurken, ben belki başka bir şehirde ölürüm. Kır yaşamı gösterdi ki, direnen şairler soyundandı Behçet Aysan. Arkadaşlığın, kardeşliğin insanı Behçet Aysan'ın ölümü, direnen şairlerin ölümüne benziyor. Onun Vaptsarov, Joset, Petöfi için duyduğu derin acı ve kederi, bizim kendisi için duymamızın, mümkün mü? Behçet Aysan, yaşamı boyunca katıldığı demokrasi mücadelesinin güçlüklerini bilinçle göğüsleyen bir şairdi. Örgüt bilincinin sağlam bir örneğiydi. Yaşamının son döneminde Nükleer Savaşın önlenmesi için Hekimler Derneği'nde (NÜSHED) Yönetim Kurulu üyeliği yaptı, Ankara Tabip Odası ile Genel Sağlık - İş Sendikası üyesidir. Edebiyatçılar Derneği'nin kuruluşuna da katılarak Genel Yönetim Kurulu'nda yer aldı.

UĞUR KAYNAR

"Öldüğünde / doğduğum yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / işte böylesine yeniyorum."

Uğur Kaynar'dan geriye, askılı deri çantasının kalacağını; çantadan, üzerinde yukarıdaki dizelerin çiziktirildiği beyaz bir peçetenin çıkacağını; hayatıyla şiiri arasındaki trajik ilişkinin Uğur Kaynar'ın ölümünü anlamlandıracağını bilmiyoruz henüz.
"Uğur, hep tek başınaydı. Bilinçli olarak yanlız kalmayı isteyen, yanlız olmayı seçen bir insandı. Hep yalnızdı. Ve o yanlızlığını bir oya gibi işledi şiirlerine"
Uğur çok hüzünlü bir adamdı. Şiirlerinin teması sevmektir, sevdadır... Sevmeyen insanlara, sevmeyi bilmeyen, daha doğrusu öğrenemeyen insanlara yönelik, çok ciddi eleştiriler vardır. Her kitabı, yüklü bir hüzün anlatımıdır. Zorlu ve Kavgalı yıllar. Ülke, politik bir kaosu yaşıyor, Uğur Kaynar'ı da fazlasıyla etkileyen ve belirleyen politik mücadeleler dönemi. Sürekli içeri alınıp bırakılmalar... 12 Eylül döneminde, iki yıla yakın Mamak'ta yatan Uğur Kaynar, şiir yazmanın, Uğur için bir yaşama biçimine dönüşmesi de o yıllara rastlıyor. "İlk kitabının naif, çocuksu havasından Gizemya ile sıyrılmıştır Uğur... Okuyan, rahatlıkla fark eder. Daha kentli duyarlığa dönüşmüştür şiiri... Alabildiğine bir hüzün vardır gene de, Hep bir hüznü yazardı ve bu hüznü şiirlerine yoğun olarak yansıtırdı."
Edebiyat çevresine rağmen çok yanlız bir adamdı... Duygulu ve yaralı bir insandı... Çoçuk yaşta annesinin ölümü, ailenin dağılması ve benzeri olgular, Uğur'u fazlasıyla etkilemişti. Uğur'da diyor Serap Kaynar; "Hayatı boyunca hep çekti kendini insanlardan, kendi kabuğunun içine girmeyi tercih etti... Kendini zorlayan bir insandı Uğur... Uyum sağlamıyordu ve bunu istemiyordu da... Her zaman kaygılı ve sıkıntılıydı.Hiçbir ortamda varlığını bütünüyle ifade edemiyordu... Sivas'taki ölümü de bir tekbaşınalıktık!"
Ölümünden sonra, Serap Kaynar'a bir torba içinde teslim ediliyor Uğur'un kalan eşyaları. Yanından hiç ayırmadığı, adeta kişiliği ile özdeşleşen askılı deri çantası ise bulunamıyor. Katliamdan birkaç gün sonra çanta, mucizevi bir biçimde bulunarak Serap Kaynar'a ulaştırılıyor; sapasağlam, ne bir yanık, ne bir koku... Peçeteler çıkıyor ortaya... "Dizelerini ilk olarak peçetelere yazardı,
"Öldüğümde / doğduğun yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / İşte böylesine yeniyorum".
"Madımak'tan sağ çıkamayacağını biliyordu Uğur... Otelin merdivenlerinde Behçet ve Metin ağabey ile birlikte çekilen fotoğraflarından anlıyorum bunu" Uğur Kaynar'ın ölümü bile, sancılı hayatına karşı elde ettiği bir yengi değil mi?

ERDAL AYRANCI

Arkadaşlarının cesur, atak ve bonkör olarak tanıdıkları Erdal Ayrancı.70'li yıllara gidiyoruz: Erdal 1978 ODTÜ girişli. Eylül'de başlayan olağanüstü bir dönem, pek çok insan gibi Erdal'ın da payına mahpusluk düşüyor. Erdal Ayrancı, 1980-1993 yılları arasında iki yıl iki gün Mamak, Ankara Kapalı, Niğde, Bor-Niğde cezaevleri'nde yatıyor. Çalışma odasında gördüğümüz maket gemiyi Mamak'ta kapılardan çıkardığı tahtalardan yapmış. Gemiye eşinin adını koymuş:"Hatçe". Mahpusluk günlerindeki ilk şiiri 2.7.1981 tarihin de Mamak'ta son şiirini 20.03.1983'te topçam'da yazmış. Erdal Ayrancının 29.05.1982 tarihinde Niğde cezaevi'nde yazdığı şiirde Hatice'yi, Zeynep'i ve Sivas'taki akrepleri bulmak mümkün. Şiiri okuyoruz: "Eğer Bir gün / Bir beyaz güvercin / Gelecekse ağzında bir mektupla / Ve silecekse gözlerimdeki hüznü / İsterim / Durmasın kanat çırpsın bana doğru / Birgün eğer bir tahliye kağıdı / Beni sana kavuşturacaksa / Gayri gelsin düşlenen günler / Ocakta kaynayan tencere / Beşikte bebek / tomurcuk tomurcuk / Filiz filiz hayat / Düşünsene ne güzel olurdu / Düşmansız yaşamak / Haydi boşver bunlara / Şimdi bunlar tatlı hayal / Eğer birgün sevgilim / Son verecekse hayatıma / Bir ses / İsterim durmasın patlasın / Anlam bulacaksa kulaklarımda / Yalnız... / Düşerse kanımın bir damlası yere / Bilsinler ki / Orada kırmızı yediveren gülleri açacak / ve bülbüller ağıt yakacak ölüme / Korksunlar korksunlar artık / korksunlar alev çemberindeki akrep gibi / Çünkü ölümleri / Gül dikenlerinden olacak. Erdal'ın kekeme zürafa benim." Yazının son paragrafını sunuyoruz.

"İşte şimdi mezarımın başındayım ve ağlıyorum ölüme. Ölüm, benim ölümsün. Açlığım, çaresizliğim ve beceriksizliğim ölümü bile beceremedim, belki de becerdim...Belki de anladım ölemeyeceğim, Ölü güzel olur mu?.. Benim ölüm çok güzeldi, bembeyazdı giysilerim, kanım çekilmişti de yüzüm de bembeyazdı, ben duymadım ama imam çok şeyler söylemiş hakkında, çünkü ben ölüyüm duymam ki; demiş ki şöyle ya da böyle. Neyse iyi adamdı günahları affolsun falan gibi, sağolsun hiç tanımazdık sağlığımızda birbirimizi, onun için çok da fazla iyi şeyler diyemeyeceğim hakkında, hatta bir keresinde küfür bile etmiştim gıyabında. tam ben uyurken sabaha karşı ezan okuyası tutmuştu da küfür etmiştim. Sen hiç kendi ölümüne üzüldüm mü? Ya da ağladım mı? Ben en son babam öldüğünde ağlamıştım ve son gördüğüm ölü oydu, kendi ölümü göremeden önce, Sen hiç güzel ölü gördüm mü? Ben gördüm yemin ediyorum çok güzeldi ölüm, inanmazsan sor. Bir beta balığıyla japon balığı vardı. Zurafanın yanında ve sadece benim ölümü seyretmeye gelmişlerdi, inanmazsan sor, ne güzeldi ölüm bembeyazdı, bembeyazdı giysilerim. Kanım çekilmişti de yüzüm de bembeyazdı. İstersen sor. zürafa kekeme yalnız, bence balıklara sor, tabi eğer uzak doğu dilini biliyorsan."
Erdal Ayrancı'nın odasında kendisinden geriye kalan eşyaları inceliyoruz: Partolonunun cebinden çıkan beş yüz bin lirayı elimize alıyoruz; Atatürk'ün yüzüne kan bulaşmış. Erdal Ayrancı'yı hastanenin morgunda görenler, "bembeyaz bir ölüydü", diyecekler.
Biricik kızları Zeynep matematik dersinde kümeler konusu işlenirken, ailesinin kümesini çizecek: Önce kendisini, sonra annesini ve en son olarak da babası Erdal Ayrancı'yı yerleştirecek kümenin içine.

ASAF KOÇAK

Asaf Koçak, "Bizim toplumumuzda bireylerin kendilerini sorgulamaları ve dönüştürebilmeleri kaygıları oldukça az. Sorgulamak yeterli değil mesele dönüştürebilmekte. En önemli olanın aynanın karşısına geçtiğimizde kendimize ateş edebilmeyi becermemiz olduğuna inanıyorum diyor.
"Asaf duvara asılan ve koleksiyonlara girenlerde yeni arayışlardan yanayım. Bir defa korkusuz olacaksınız ve tanımlara var olanlara fazla bel bağlamayacaksınız. tanımlar geçici değilmi sanatta yeni arayışlar içerisinde olmak gerek diyor.
Uzun yıllar süren karikatür serüveninden sonra bir değişim ve yenilenme dönemi başlıyor sanatında. Belki de asıl yapmak istediklerini bundan sonra gerçekleştirecek.
Asaf Koçak bir karikatüristti, fakat öncelikle bir insandı. Bir yandan ödenmeyen ev kirası kapanan telefonu "ki müzmin durumları bunlar Asaf'ın" öte yandan duygusal olarak yaşadığı derin yıkım, gerede yeşil pantalonu mor çoraba rengarenk gömlekleriyle yaşamını ti'ye alabilen bir Asaf Koçak yaşıyor.
"Hiç bir zaman mutlu ve huzurlu olamadı. Hep huzursuz, kaygılı ve sıkıntılıydı. Acılar içinde kıvranan bir insandı, fakat bunu çevresine göstermezdi. Bir çok kişi Asaf'ı yaşama sıkısıkıya bağlı bir insan olarak anımsıyor, fakat o asıl başkalarını yaşama bağlardı." Sivas'a giderken ev kirasını ödemiş olması Asaf Koçağın yaşadığı en büyük ve son oluyor.

NESİMİ ÇİMEN

"Beni fraksiyonlara bölünmüş sol sevmedi bir türlü. Öyle kendimi beğendirme şirin gösterme derdim de yok... Alevi dernekleri de... Sol sevmedi, çünkü ben hiç bir fraksiyona girmedim. Sanatçının fraksiyonu olur mu? Ben halkın ozanıyım, ezilen biriyim ve elbette ezilenlerden yanayım, ama şu "Sol'un" ve bu "Sol'un" sazını çalamam Alevilik de öyle. Bizim kültürümüzün zenginliği oradan geliyor, ama ben Alevilicilk de yapamam. Çağı geçti bunların. Hem sınıflardan, emekçiden söz ediyoruz. hem de Alevicilik yapıyoruz. Bana bu da ters geliyor. Ama şu var: Türkiye'de ilk Şah İsmail gecesini ben düzenledim. Güçlü bir halk ozanı olduğu için, bir kültür eri olduğu için düzenledim."
Ankara'daki Can Yücel ve Yaşar Kemal'in katkılarıyla düzenledim. Alevi kitlesine yaslanarak yapmadım bunu kültür olayı olduğu için yaptım o'nun içindir ki Alevi derneklerinin toplantılarına pek çağırmazlar beni, Pir Sultan'a da bu yıl çağırdılar, yol param da yoktu ama, 500 bin lira bir yerden bulup geldik. Yokluk, yoksulluk içinde bile olsam Türkiye'de yaşamayı seviyorum.

Gel ey Nesimi sen, senden sor seni,
Sakın ha hor görme asla bir canı,
İnsanları sev sen, eyle secdeni
Mukaddes bir varlık hakkın kendisi


MUHLİS AKARSU - MUHİBE LEYLA AKARSU

Muhlis Akarsu, 1948 yılında Sivas'ın Kangal ilçesinin Minarekaya köyünde doğdu. Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Karacaoğlan, Aşık Veysel doğrularından yola çıkarak, kendine insan sevgisini şiar edindi, 1972 yılında kendisinin de çok saygı duyduğu Seyyit Halil Çiftlik'in kızı Muhibe Leyla Çiftlik'le evlendi. "Muhibe Leyla Akarsu'nun bu evliliklerinden Pınar, Çınar ve Damla adlarında üç kızları oldu.
Mahsuni Şerif'in Muhlis Akarsu için söylediklerini anımsıyoruz. "Genellikle kış günlerinde yapılan Bektaşi Cem ve Cemaatlerinde, yörenin seyitlerine ve ozanlarının etkisinde kaldı.Önceleri klasik Bektaşi kalıpları içinde ismini duyuran sesini-sazını dinleten ünlü arkadaşım yetmişli hatta altmışlı Türkiye'de başlayan devrimci kıpırdanışlara yabancı kalmadı. Zamanla dev ozanlar İhsani, Ali İzzet, Nesimi, Çırakman gibi isimlerle sahnelerde görüldü.
Son derece yanık ve tok sesiyle bir zamanlar plak ve kasetlerde rekor düzeylerde eserler sergiledi.
Akarsu özünde Pir Sultan Abdal aşkıyla doludur. Pir Sultan'ı rehber seçmişti. Kendisinin sonunun darağacı olup olmamasını hiçe sayardı. Ama diri diri yakılacağını hiç de aklının ucuna getirmemişti kuşkusuz.
Her mısrasında gericiliğe ateş püsküren kardeşlik barış ve dostluğun simgesi olmuş bir ozandı. Muhlis Akarsu Türkiye'ye adım adım gezerek kendi kültürü olan Alevi Kültürünü tanıtımını üstlenmişti.
Akarsunun unutulması mümkün değildir. Pir Sultan Kültürü ile yaşıyacaktır. Bu yazıyı bitirirken Muslis ve Muhibe Akarsuyu, söz ve müziği Muhlis Akarsuyun olan "İşte Geldim Gidiyorum" adlı türküyle anıyoruz.


HASRET GÜLTEKİN

01 Mayıs 1971, Sivas'ın İmranlı kazasına bağlı Han köyünde dünyaya geldi. 6 yaşında saz çalmaya başladı, 11 yaşında sahneye çıktı.
Müzik yönetmenliğini üstlendiği resmi olarak ilk defa kürtçe müzik yasağını delen "Nevroz" adlı kaset 1990'da önce entstürümantal olarak sonrada Nilüfer Akbal ve Rıza Akkoç'un katılımıyla gerçekleştirildi.
02 Temmuz 1993'de, Sivas'ta Madımak Otelinde 35 insanla birlikte katledildi. 13 Eylül 1993'de oğlu Roni Hasret Gültekin dünyaya geldi. Hasret Gültekin genç yaşına rağmen Anadolu Halk Müziğinin yorumlanmasında ve icrasında özgün bir yer edinmiş bir sanatçımızdı. Ülkemizde Feodal ve türedi kültürün aşılarak yurtsever demokratik ve halkçı bir kültürün köklerinin sağlamlaştırılması kavgasının önemli bir neferiydi. Anadolu Aydınlanmasının ışıklarından biriydi Hasret Gültekin. "Ne arasak, Anadolu'da bulacağız!" derdi.
Hasret'in ana dili kürtçeydi. Güzel bir diksiyona sahipti. Sadece Kırmanci değil Dimili ve Sorani'de bilirdi. "Nerelisin" diye sorulduğunda üstüne basa basa "Koçgiriliyim, Kürdüm" derdi. Hasret "Ne arasan kendinde ara" felsefesinden yola çıktı. Hasret Gültekin'in yaşam serüveni içerisinde Anadolu'da özgürleşmenin önündeki en önemli engellerden birisinin din ideolojiside olduğunu kavramıştı. Turan Dursun'u okuduktan sonra "Bilinç sıçraması yaşıyorum, ufkum açıldı. Ateist'im diye haykırabilirim" diyordu.
Hasret Gültekin'in annesi Hace Gültekin "Ben Madımak Otelindekilerin Anasıyım, şimdilik hoşçakalın yavrularım" diyordu.


MUAMMER ÇİÇEK

İki dosya, bir fotoğraf; "Muammer'in ağabeyi" fotoğrafta genç adamla genç kız birbirlerine bakarak gülümsüyorlar. Genç adam Muammer Çiçek olmalı, Genç kızın kim olduğunu bilmiyoruz henüz. Dosyaları karıştırıyoruz; dosyalardan birinde Muammer'in tuttuğu günce, diğerinde altmış kadar şiiri, "İnadına yaşamak" adlı kendisinin yazdığı bir oyun. Fotokopisi çekilmiş bir ölüm ilanı düşüyor dosyaların arasından: "Sivas katliamında yitirdiğimiz Muammer-İnci ve 35 canı yüreğimize gömdük" Muammer Çiçek'le İnci birbirlerine bakarak gülümsüyorlar.
"1967 yılında Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu 1992 yılında Gazi Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünü bitirerek Şehir Planlamacısı oldu." Çankaya Belediyesi İmar dairesinde iki ay staj gördü.
Muammer Çiçek şiir yazıyor, Pir Sultan Abdal tiyatrosu yönetmeni, oyuncusu "Küçük Prens" adlı oyunda oynamış. Olaylar çıkmasa, Madımak Oteli yakılmasa 02 Temmuz saat 20.00'de Sivas Kültür Merkezinde kendisinin yönettiği Pir Sultan Abdal oyununu oynayacaklardı.... Serkan, Huriye, Yeşim, Özlem hiçbiri oynayamadılar.
Muammer'in babası Hüseyin Çiçek ilk ve son kez konuşuyor,. " Muammer kavgayı hiç sevmezdi cahil insanlardan uzak dururdu. Ama orası Sivas, Sivas şehri Cumhuriyete düşman ailece kendimizi Cumhuriyete ve topluma adadık. Muammer'in eşyaları arasında Ahmet Çiçek bir nişan yüzüğü getiriyor.


İNCİ TÜRK

"Sanki boğucu bir sesin içinde yüzünü bulmaya çalışıyorum. Hızla ilerliyorum, bir türlü yaklaşamıyorum, uzaklık hep aynı" 13.01.1991. Muammer Çiçek Sivas Madımak Oteli, dışarda azgın kalabalık ve sanki yazılanlar Alevler içindeki İnci Türk için yazılmış. Muammeri yazınca inciyi, İnci'yi yazınca Muammeri düşünmeden yapamıyoruz.
İnci Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesini 1992 yılında bitiriyor. Altındağ Kültür Merkezinde ilk tiyatro çalışmalarına başlıyor. Pir Sultan Abdal Tiyatro topluluğunun teknik kadrosunda yer alıyor. İnci Türk'ün Muammer Çiçekle olan yakınlığı ortak arkadaşları Huriye Özkan'a oradan tiyatro çalışmalarına dek uzanıyor.
Baba Mehmet Türk "Ben çocuklarımı toplumda bir yere gelmek için çalışın derdim. Muammer'le tanıştıktan sonra hayatında olumlu bir değişiklik olduğunu hissettik" Anne Neda Türk "kızımla gurur duyuyorum çok iyi seçim yapmış" diyor, baba Mehmet Türk başıyla onaylıyordu.
İnci Türk'ün odasındayız kitaplarını karıştırdığımız, yaşamına girdiğimiz genç kızı yıllardır tanıyormuş gibiyiz. "Ölürsem / Açık bırakın balkonu / Çocuk portakal yer (Balkonumdan görürüm onu) / Orakçı ekin biçer (Balkonumdan duyarım onu) / Ölürsem / Açık bırakın balkonu. İnci Türk için ne yapabiliriz. Balkonun kapısını açık bırakıyoruz.


NURCAN ŞAHİN- ÖZLEM ŞAHİN

Nurcan şahin'in annesi Fidan Şahin, yirmiyedi yıl Anadolunun çeşitli yörelerinde görev yapan bir köy ebesi. Amcasının oğlu Mahmut'la bir akraba evliliği yapıyor. Bu evlilikten doğan üç çocuğuda doğumundan kısa bir süre sonra ölüyor. 03 Mart 1975'de adını "Canışığı" anlamına gelen Nurcan koydukları bir kızı oluyur. Nurcan Şahin küçüklüğünden itibaren Fidan Şahin'in yaşamına bir başka sevinç ekliyor.Fidan Şahin "Onu özel olarak sevmek için kendime doğurdum. Nurcan'ım olmadığında evde bir suskunluk bir sessizlik olurdu. Nurcan'ın gelmesiyle eve bir şenlik havası doğardı" diyor.
Nurcan büyüdükçe kendini bütünüyle okumaya veriyor. Nazım Hikmet'in şiirlerini ve diğer ilerici yazarların yapıtlarını okuyordu. Köyümüz Şarkışla ilçesi Saraç köyüdür. Köyümüzün kültür ve dayanışma derneği vardır. Nurcan amcasının kızı, kader arkadaşı ve can dostu Özlem ile birlikte derneğin çalışmalarında görev alırdı. Sunuculuk yapar geneleksel oyunumuz Semah dönerlerdi. Herhangi bir şeye kızsam " Anne beni lafla dövme, eline terliğini al sinirin geçirinceyi kadar döv" derdi. Ben onu dövme şöyle dursun "gözün kör olsun bile diyemezdim". Bir günden birgüne "Allah Canını Alsın" demedim. Allah almadı ama yobazlar aldı. Nurcan ile Özlem şahin amca çocukları aralarındaki ilişki kardeşlikten öte. Çocuklarından itibaren birlikte büyüyor, birbirlerine can yoldaşı oluyorlar. Özlem'de simsicak sevimli, cana yakın insan sevgisiyle dolu bir genç kız. Özlem'in kendine güvenen rahat bir yapısı var, o'da Nurcan gibi gülmeyi seviyor. Hızlı ve sürekli ve akıcı konuşması en önemli özelliklerinden biri, konuşmaya bir başladımı susmak bilmiyor. İkiside yaşıtlarından daha rahat iyimser ve olgunlar. Çirkinlikler ve kötülükler rahatsız ediyor ikisinide.
İkiside ölüme çok uzak iki çocuktular.Özlem Şahin umursamaz dile dolu bir kızdı, hep çocuk kalmak, hiç büyümemek istiyordu. Büyüklerin yapmacıklı ve abartılı dünyası güldürüyordu onu. Odasının duvarına astığı bir kart belki yaşlanacağım ama asla büyümeyeceğım. Az ama öz yaşadılar. "İnsan sevgisiyle yürekleri doplulu olan canları ve biz anneleri de yaktılar. Yüreklerimize insanlık sevgisi yerine kin ve nefret doldurdular." diyen şehit annelerine kulak verelim.


SAİT METİN

Adı sıklıkla anılan ve kendisinden sevgiyle söz açılan Sait Metin. "23 yıllık hayatında hiçkimseyle kavga etmeyen ılımlı ve olumlu bir yapıya sahip olan asla küfür etmeyen, yalan söylemeyen, kimseyi bilerek kırmayan, herkese saygılı, sevecen ve hayat dolu bir insandı Sait Metin. Uzun boylu, yakışıklı ve güçlü bedeninde sanki bir giz vardı.Onunla tanışıpta ilgi duymayan, sevmeyen herhalde olmazdı" diyor amcası Halil Metin.
"Oğlum diye söylemiyorum. dört dörtlük insandı" diyor babası Mehmet Metin. Sait Metin'in dostları; kitapları ve bağlaması oluyor. Bize Nurcan'ı, Özlem'i, Belkıs'ı, Ahmet'i ve Yasemin'i hatırlatıyor.
Sait Metin çok iyi bağlama çalıyor, türkü söylüyor hertürlü müzik aletine bir hafta içerisinde uyum sağlamayı başarıyor. Bir de kabak kemanesi var, Yeşim'in (Özkan) 23 Nisan 1992 günü Sait'e verdiği yaşgünü armağanı. "Sait sevgisinde de çok temiz bir insandı" diyor arkadaşı İsmail atak. "Esas deyişimi canı kadar çok sevdiği balcanı bulduğunda başlamıştı. Artık tiyatroda ve tüm hayatlarında birlikte olacaklarına söz vermişlerdi. Bizde Sait'e Pir'im, Yeşim'e de balcan diye hitap ediyorduk."
Çankırı gibi ters bir kent'te Çankırı Meslek Yüksek Okulundan mezun olan Sait Metin'i aldığı bu eğitim tatmin etmiyor. "Ben bir Yüksek okul bitirmekle tatmin olmadım, biliyorum sizde tatmin olmadınız söz veriyorum bir fakülte daha bitireceğim" diyordu ailesine. Sait ve Yeşim'in birbirlerine çok bağlı olduklarını söylüyor. Annesi Sultan Metin. "Yeşim'e çok fazla umut verme, belki ailesi istemez dediğimde, "Anne sen delimisin, ben aradığımı buldum"demişti. Kız da çok tatlıydı. Saiti çok seviyordu. Birbirlerine çok uymuşlardı" diyordu Sultan Metin.


HURİYE VE YEŞİM ÖZKAN

Özkan ailesi, 1962 yılında Ankara'ya yerleşiyor. İlk yılında doğuyor. "İlk çocuğumuz olduğu için sevgiyle, özenle büyüttük" diyor. Münire Özkan... Huriye üç günlük bebekken, Anıtkabir'de çimlerin üzerine yatırılıyor...
Huriye Özkan, başarılı bir öğrencilikten sonra, Deneme Lisesi'ni birincilikle bitiriyor. Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'ne arkadaşı İnci Türk ile birlikte giriyor, birlikte bitiriyorlar. İkisi de Alevi kültürüne bağlı, üretme ve paylaşma bilinciyle yüklü iki çağdaş genç kız...
1992 yılındaki, Pir Sultan Abdal Kültür şenliklerinde, Özkan ailesinin bütün bireyleri Banaz'dalar... Bir yanda Yıldızdağı, bir yanda Pir Sultan'ın köyü... Yeşim Özkan şenlik programını büyük bir coşkuyla gösteriyor babasına... Semah, tiyatro, dinletiler, şairler ve şiirler... Fakat biraz tedirgin, sormadan edemiyor; "Aziz Nesin de gelecekmiş, bir olay çıkar mı acaba?" Hikmet Özkan, "Devletin güvenlik güçleri var kızım" diyerek yatıştırıyorum onu...
Münire Özkan'ın anımsadığı son anları söyle; Birbirlerinin üstüne oturuyor, aynı koltuğa sığmaya çalışıyorlar... Huriye Özkan, kardeşine sarılıyor, kollarını sıyırıyor, ısırıyor, öpüyor... "Anne" diyor, "Yeşim'i çok seviyorum"... Yeşim'in Pirim'i Sait Metin, tiyatroda ve tüm yaşamda birlikte olmaya sözlendiği Yeşim Özkan'ı yani Balcan'ı babası Hikmet Özkan'dan "emanet" alıyor; kızların yanlarında Sait Metin ve Muammer Çiçek var, İnsan güzeli iki delikanlı... Hep birlikte, neşe içerisinde, coşkuyla gidiyorlar Sivas'a.
Özkan ailesinin sevinci ve gururu onlar olacaklar biliyoruz...

CARİNA THUİJS

Rahmi Sivri'nin Anlattıkları.
Carina ve kız arkadaşı Maryze ve beni işyerimden arayıp randevu istediler. Bir hafta sonra biraraya geldik. Onlar, kendilerinin Türk kadınlarının aralarındaki ilişkilerinin nasıl yapılandığı, nelerle uğraştıkları ve aile içindeki rollari konularında araştırma tezi hazırlamak istediklerini, Doetinchem'deki Türkiye'lilerle çalışmamdan olayı bazı olanaklar sunup sunmayacağını sordular ve yardım istediler. Carina ve Maryze'e yardım edecektim.
21 Haziran 1993 tarihinde buradan Ankara'ya, bir ay konuk olacağı Sivri ailesinin yanına gitti. Yasemin ve Asuman Sivri ile kısa zamanda iyi arkadaş oluyorlar. Birlikte Pir Sultan Abdal Kültür Derneği'ne gidiyorlar. Carina Dernek'te pek çok insanı tanıyor; onları fotograflarını çekiyor, dostluklar kuruyor.
Carina, Yasemin ve Asuman ile birlikte Pir Sultan Abdal etkinlikleri'ne katılmak üzere Sivas'a gidiyor. Orada yurttaşı Rene'yi göreceği için çok heyacanlanmış. Carina tanıdığım kadarıyla, sistemli, çalışmayı seven eşitsizliğe karşı olan, "toplumcu feminst" diye bileceğimiz biriydi. Biraz çekingendi ancak kolay ilişki kuran, toplumsal sorunlarla yakından ilgili, insanları seven, her türlü haksızlığa karşı çıkan insandı, bir çok insanımız gibi.


YASEMİN SİVRİ ve ASUMAN SİVRİ

Asuman henüz 16 yaşında. Sokullu lisesi ikinci sınıf öğrencisi... "Karnemi aldınız mı?" diye soruyor, telefona çıkan ağabeyi Yalçın'a Asuman, "Dünkü gösterilemiz çok iyi geçti" diyor ağabeyine... Fakat asıl merak ettiği konu karnesi... İki yıldır takdir almak için uğraşıyorAsuman Sivri...
Saat 16-17 arası Kamber Çakır'a eve yeni gelen Yalçın Sivri, kardeşinin takdir aldığını iletilmesini söylüyor, fakat telefondan duyduğu gürültülerden tedirgin oluyor...
Yasemin ve Asuman Sivri kardeşle, 1991 yılı ortalarında, Pir Sultan Abdal Derneği'nin kültürel çalışmalarına katılıyor ve kısa sürede semah topluluğuna giriyor. AsumanSivri, özverili çalışmasının karşılığını alarak, Semah hocalığına yükseliyor. "Asuman sevimli, coşkulu, deli dolu ve uçarı bir kızdı" diyor ağabeyi Yalçın Sivri; "Arkadaşı çevresinde çok seviliyordu, bunda küçüklüğünün ve sevimliliğinin payı büyüktü"... Asuman da her türlü özerklik vardı, fiziksel, düşünsel vb. Zeki ve çalışkandı. Emek veriyor, çalışıyor, çalıştırıyordu...
Yasemin, Asuman'dan iki yaş daha büyük... 1992 yılında Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne giriyor. Semah ile başladığı kişisel çalışmalarında, giderek daha farklı kanallara yöneliyor. Derneğin Gençlik Komisyonu üyesi. Aynı zamanda kütüphane'den sorumlu. Kitapları çiltliyor, numaralandırıyor. "Sürekli ve düzenli olarak okurdu" diyor ağabeyi Yalçın... Kişilik olarak içine kapalı ve durgun bir insan görüntüsü veriyor çevresine, oysa "en iyi arkadaşlarım" dediği dostlarıyla (kitaplarıyla) buluşabilmek için, yanlızlığa gereksinimi var Yasemin'in... Bu yönüyle Sait Metin'in tipik bir eşi sanki...
Lise yıllarından itibaren tuttuğu bir güncesi var. Daha çok aile ortamını, arkadaş çevresini değerlendiriyor yazdıklarında.
Yasemin Sivri, Sivas'a giderken "Aziz Nesin'le tartışmak, görüşlerini açıklamak istediğini" söylüyor arkadaşlarına... 1 ve 2 Temmuz günü Buruciye Medresesi'ndeki kitap standında görevli olan Yasemin'in bir isteğini gerçekleştirmiş olması akla yatkın geliyor. Kardeşi Asuman'la birlikte kullandıkları ortak çantalarını içinden Aziz Nesin tarafından imzalanmış bir kaç kitap çıkıyor... "Yetmiş Yaşıma Merhaba" adlı kıtabını, "Yasemin Sivri'ye mutlu yaşaması için " diyerek imzalamış Aziz Nesin...
29 Haziran'da, Erzurum'dan Ankaraya gelen ve 31 Haziran günü kendilerini Sivas'a yolcu eden ağabeyi Yalçın Sivri ile birlikte, Sivas dönüşü Mersin'e tatile gideceklerdi iki kardeş... Daha Sivas'ta iken, arkadaşlarına, "Çok yoruldum, beni Banaz'a götürün" diyen Asuman'ın, özellikle gereksinimi vardı böyle bir tatile...
Yasemin'in ve Asuman'ın yatakları, sanki birer gelin yatağı gibi süslenmiş durumdalar: Üzerlerine çerçeveli fotoğrafları, kırmızı karanfiller konulmuş.. Duvarlara şal ve poşu'ları, heybeleri, şemsiyeleri asılmış... Asuman'ın son okuduğu kitabın sayfaları arasına, kurumuş bir gül yaprağı çıkıyor. Biblolar, fincanlar, işlemeli tabak ve Honlanda'lı Carina'nın bir fotoğrafının da yer aldığı ayrı bir köşe.


BELKIS ÇAKIR

1975 yılında Ankara doğumlu Belkıs Çakır... Lise 'de başarılı bir öğrenciyken, arkadaşları ona "miss kuruntu" adına takmışlar... 1992 okul yıllığında şunlar yazıyor Belkıs için: "Belkıs sınıfımızın canayakın mensuplarından ve pencere sakinlerinden biriydi. Yazılılardan önce çok telaşlı olur. Bundan dolayı biz ona "miss kuruntu" deriz. Ama biliriz ki, onun bu telaşı yersizdir. Çünkü her zaman çok başarılıdır. "Kişilikli, yürekli, yetenekli, tuttuğunu koparan bir insandı. Tam bir 'Anadolu kızıydı...'
Belkıs Çakır'ın bir dakika boş zamanı yok... Dersane çıkışı soluğu dernekte alıyor. Saat 24'ten sonra, geceyarılarına kadar semah çalışıyor arkadaşlarıyla...
Belkız Çakır, umutlu olarak girdiği '93 yılı Üniversite, İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü'nü kazandığını öğrenemedim.. O başarılı olacağından emindi... Belkız'ın babası Kamber Çakır... Gazi Üniversitesi önünden geçen otobüslere biniyor, kızlı erkekli öğrenci kalabalığına takılıyor gözleri, onlar arasında Belkıs'ı görür gibi oluyor, dalıp gidiyor...


MENEKŞE VE KORAY KAYA

Menekşa ve Koray Kaya - Yeşim Özkan, Yasemin - Asuman Sivri gibi madımak'ta yakılan kardeşlerden. Onlardan geriye Sivas'tan dönen bir kaç parça eşyayı saymazsak, Sivas'a gitmeden çektikleri iki fotoğraf kalmış;
Menekşe ve Koray kaya oturma odasının duvarında yanyana gülümseyerek bize bakıyorlar. Gülümsedikleri zamanı dondurmak için artık çok geç!. Babası İsmail Kaya semah ve saz hocası, Pir Sultan Abdal oyununun müziğini yapmış. 01 Temmuz'da Sivas'ta Düzenlenen "Halk Gecesi"ne katılan sanatçılar arasında o da var.
1992 yılında gerçekleştirilen Banaz şenliklerini yaşayan Menekşe ve Koray Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliklerine katılmak için, babalarının deyişiyle "can atıyorlar". Saat 10.00'de İsmail Kaya'nın da katıldığı "Halk Gecesi" var. İsmail Kaya programını yapıp kulise gelir, o sırada Musa Eroğlu yavaş yavaş birşeyler çalmaktadır. İsmail Kaya Hasret Gültekin'e sazını nasıl bulduuğunu sorar. Hasret, "İsmail senin sazının çok sesi var, en iyisi sen o sazı bir daha kır" der. Tam o sırada bir çocuk duvarda asılı olan İsmail kaya'nın sazına çarparak yere düşürür. Koray heyecanla babasına koşup "Baba, sazın kırıldı" der, der demez İsmail Kaya'nın aklına Hasret Gültekin'in sözleri gelir; sazı eline alır, saz gövde ile sapın birleştiği yerden, yanı ilk kırıldığı yerden bir kez daha kırılmıştır. "Hasret yarın seni görürsem ne diyeceğimi biliyorum" diye geçirir içinden İsmail Kaya, ama Hasret Gültekin'i son kez gördüğünü nereden bilsin? Bu Dünyadan bir Koray, bir Menekşe geçti.
Bu dünya'da Koray Kaya geçti, on üçünde Sivas'ta yakıldı. Peki kimdi o güzel çocuk? Beş yaşında yazıyı söktü. İlk okula başlamadan önce okumayı öğrendi. Hacettepe Üniversitesi kampüsünde 60. Yıl ilkokulu'nda okudu. çok başarılıydı. Bilim Dersanesinin Anadolu Lisesine hazırlama kursunda ilk ona girdi. Mimar Kemal Ortaokulu'na başladı. Çok zeki, yetenekli bir çocuktu. Kendi yaşından büyük çocuklarla, insanlarla ilişki kurardı. En iyi örnek, Sivas'ta yitirdiğimiz Sait Metin'le kurduğu ilişkiydi. Sait Metin'le çok iyi anlaşırlardı. Bu dünyadan bir de Menekşe geçti, on beşinde Sivas'ta yakıldı. Peki kimdi o güzel çocuk? Menekşe semaha, tiyatroya meraklıydı. Günleri Pir Sultan Abdal Derneği'nde geçerdi. Birkaç arkadaşı gibi Menekşe Kaya'da saz dersleri almıştı. Kardeşi Koray'la birlikte evde saz çalar, semah dönerlerdi. Menekşe özgürlüğüne çok düşkün biriydi. Sosyal kültürel ilişkileri çok iyiydi. Menekşe Kaya 02 Temmuz günü son semahını döndü.
Hüsniye ana ve diğer analar çocuklarının mezarları başında bir ağıt yakacaklar: "Sivas'ta yitimdim 22 goncaydı gülüm / Elimden aldı bak ateşle ölüm / Ben de dostlar ile gömüldüm / Çalar sazı dili söylerdi / Aldı onları ölüm"?


EDİBE SULARİ

Edibe Sulari, Davut Sulari Baba'nın en büyük çocuğuydu. Tarihi Seyyitlerimizden, Seyyit Mahmut Hayrani'nin torunlarındandır.
Bassel'de yaşadığı halde Türkiye'de yapılan bütün Bektaşi Kültür etkinlikleri ve ehlibeyt cemlerine, konferanslarına katılmayı ihmal etmezdi.


SEHERGÜL ATEŞ

Sehergül Ateş, 1963 Ankara doğumlu... Açık Öğretim Fakültesi öğrencisi... Türkiye Elektrik Kurumun'da (TEK) memur olarak çalışmış...
Evin her köşesinde Sehergül'ün yeteneğini, emeğini sergileyen ürünler yer alıyor; makrome el işleri, örgüler, yapma çiçekler ve özenle baktığı menekşeleri... Sehergül Akeş, çiçekleri çok seviyor, işyerlerinde kırkayakın çiçeği olduğunu öğreniyoruz; Her sabah "günaydın ben geldim" diyerek sesleniyor onlara, "öpün bakalım ablanızın elini" diyerek okşuyor hepsini.
Sehergül'ün odası, ölümünden dört gün sonra ilk kez açılıyor, o günden sonra da sürekli kilitli tutuluyor. Babası Musa Ateş odaya girmeyi reddediyor, acısını yüreğinde duyduğu kızı için döktüğü gözyaşlarını bizden saklamıyor artık...
Ablası bir kaç bavula sığan ceyizini gösteriyor, odada Sehergül'e ait herşey yerli yerinde korunuyor. "Eğer saz çalmadan ölürsem, mezarımı tekmeleyin" diyor ablasına.. "Sen herşeyi öğrendin, bir tek saz çalmayı mı öğrenemeyeceksin ?" diye kızıyor ablası... "Evimin her köşesinde, bahçemin her ağacında onun emeği vardı.
Yaşamını güzelleştirmeyi bilen, yarınına umutla bakan, yüreği sevgi dolubir genç kızdı Sehergül Ateş... Diğer güzel insanlarımız gibi, O'nu da, apansız yitirdik kanlı Sivas'ta..


MURAT GÜNDÜZ

02 Temmuz günü, Murat ve kızkardeşi Birsen Gündüz, kültür merkezi'nde kurulan kitap standında görevliler. Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi, Fizik Bölümü üçüncü sınıf öğrencisi olan Murat, Pir Sultan Abdal Derneği'nin gençlik komisyonlarında görev alıyor.
Murat katkısız sevgiyi ve dürüstlüğü, en yoğun yaşamış, evrensel sevginin ve kardeşliğin savunuculuğunu aklıyla birleştirmeyi başarmış ender insanlardan biriydi. Birsel'le ağabeyi üzerine özel olarak konuşmak, ailesi kadar bizi de derinden sarsıyor... "Seni tanımlamak, seni anlamak istiyorum gördüğüm bütün insanlara" diyor. Birsen Gündüz, ağabeyi için yazdığı satırlarda... "İnsanlara iyimser bir tavırla yaklaşmanın, zor durumlarında yardımcı olmam, senin yaşam felsefendi. Seni şu dizelerle anlatmak istiyorum; "Ne mutlu bize insan olmuşuz / İnsan sevgisini gerçek bilmişiz / İnsanın dalında açıp gülmüşüz / muhabbet insana, cana muhabbet. R.Su"... seni çok özlüyorum. Seni kendi içinde yaşatarak, özlemimi biraz olsun gidermeye çalışıyorum... Beni yaşarken görenler, seni yaşarken görecekler.
"En güçlüler yandı"... En güçlüleri, en güzelleri, en iyileri yitirdik Sivas'ta... Murat Gündüz de onlardan biriydi.


SERPİL CANİK

1974 Ankara doğumlu olan Serpil Canik, Pir Sultan Abdal semah ekibinin en gençleri ve yenileri arasında yer alıyordu.
Serpil Canik, Ticaret Lisesi'nde okurken staj gördüğü bir kooperatif şirketinde çalışıyor, bir yandan da harıl harıl üniversite sınavlarına hazırlanıyor... Çok çabuk kavradığı semahı severek oynuyor, diğer arkadaşları gibi zamanla o da bir semah ışığı olup çıkıyor... İşyerinden derneğe koşturuyor, hatta semah çalışmasını engelliyor diye, işinden ayrılmayı bile düşünüyor bir ara... Bir yandan işin yoğunluğu, bir yandan kurduğu, bir yandan üniversite hayalleri, gene de dernek etkinliklerinden koparamıyor.
Serpil için dernek çalışmaları ve dolayısıyla semah, bir yaşam biçimidir artık; "Bütün kötülüklerden uzak, yanlızca dostluk ve sevgi üzerine kurmuştu hayatını" diyor ablası... Canik kardeşler, sevgili ablalarını hiç ölmemiş gibi yaşatacaklar... Onlar da Serpil, Nurcan, Özlem, Belkıs gibi olacaklar... Yetenekli ve üretken.

AHMET ÖZYURT

1992 yılında Ankara'da doğan Ahmet Özyurt, Bebekliğinde çok uslu, hatta biraz zayıf bir çocukmuş. annesi Senem Özyurt, "Her zaman tutmaya korkardım" diyor. Büyüdükçe fiziği gelişiyor Ahmet'in, uzun boylu, geniş omuzlu, elleri ve ayakları kocaman, atletik yapılı bir delikanlı oluyor. Başarılı bir öğrencilikten sonra liseyi bitiriyor. Öğrenciliği sırasında da komilik, garsonluk gibi küçük işlerle çalışma yaşamına atılan Ahmet Özyurt, bu konuda pek şanslı olamıyor.
"Yalın bir insandı, tek isteği okumak, iyi bir üniversiteye gitmek, iyi bir işe sahip olmaktı" diyor Nurcan Özyurt. Annesi Senem Özyurt anlatımıyla "Bir sıçrasa, karşı caddeye geçebilen" bir yiğit delikanlı... Her sağlıklı genç gibi bedenini çok seven Ahmet Özyurt, evde ağırlık çalışarak kol ve bacaklarını güçlendiriyor, "kendini yerden yere atıyor"... En büyük ideali Üniversite okumak... Hep sonuca yaklaştı, fakat bir türlü başarılı olamadı. Belki de başarısız olduğu tek alan Üniversite sınavlarıydı.
Ahmet Özyurt, en sevdiği iki eylemi; "Kitap okumak ve spor yapmak" olarak belirtiyor. Ahmet Özyurt, "Hayatın hep acılarını aklına getiren kişi mutlu değildir. Gerçekten mutlu kişi, içinde bir iyilik hisseden kişi demektir." diye yazmış günlüğüne... Ahmet Özyurt, kızkardeşi kadar yakın bize "İstediği ve arzuladığı sonuçlara yaklaşmıştı, iyi bir insan olarak yaşamayı, başarılı ve mutlu olmayı fazlasıyla haketmişti, hayatı haketmişti. başaracaktı...


SERKAN DOĞAN

Serkan Doğan, kardeşi Serdar ile birlikte derneğin semah topluluğunda görev alıyordu. Aynı zamanda, Pir Sultan Abdal " oyununda Ali baba'yı canlandırıyordu... Babası, "Sivas'a ilk gidişi değildi. Banaz'a gitmişlerdi geçen yıl... Ayrıca, derneğin yeni şubeleri açılırken, İstanbul'a, İzmir'e, Çanakkale'ye gittiler" diyor ve ekliyor, "Sivas'ta, çocuklarımıza komplo kurulduğunu nereden bilecektik?... Serkan Doğan, liseyi kendisi için yeterli görmesine karşın, Açık Öğretim Fakültesi'ne devam ediyordu... Bir diğer tutkusu da futbol oynamaktı... Babasının sözleri "Sanki büyümüş ve küçülmüştü... Mahallede yaşlı birisiyle karşılaşsa, elinde çantası, paketi olan yaşlı bir teyzesini görse, hemen yardımına koşardı, tanısın veya tanımasın evine kadar eşlik ederdi... Mahallemizde çocuklarla oynardı, evinde bir akvaryumu vardı; Balıklarıyla, kuşlarıyla sıkılmadan ilgilenirdi... Serkan Doğan, kendi kendine çalışarak saz çalmayı da öğreniyor "Eğitim almış birinden çok daha iyi kullanırdı sazı" diyor kardeşi Serdar...
11 Aralık 1993, yirminci yaş günü Serkan Doğan'ın.. Ailesinin, Aydınlık Gazetesinin aynı tarihli sayısına verdiği bir duyuruda şunlar yazılıyor: "20 yaşına merhaba gülüm. Yangın yeri yüreğimiz. Direncimizde yaşıyorsun. Ailen "... Bir de şu dizeleri okuyoruz; otelde yangın başladığında bir kağıda karaladığı, ölümünden sonra iç cebinden çıkan sportane birkaç dizeyi: "Yanıyorum / anam sakın ardımdan ağlamasın Ali'yim ben / Pir Sultan yoluna ölüyorum / başıma kızıl bağlama / arkamdan sakın ağlama"... Doğan ailesi, oğullarının vasiyetine sadıklar... Ne bir lanetleme, ne bir damla gözyaşı, ne de bir yakınma... Yalnızca direnç... Hepsi bu.


MEHMET ATAY

1968 baharında, Divriği'nin gönderen Köyünde, Atay ailesinin en küçüğü olarak doğuyor. Mehmet Atay... Evin en küçüğü olmakla birlikte en sevileni aynı zamanda... Mehmet Atay'ın kısa süren, fakat yoğun ve üretken yaşamını anlatmak, sevgili kardeşlerine düşüyor şimdi.
Üniversite yıllarından itibaren fotoğraf sanatına büyük bir tutkuyla bağlanıyor... Yaşamını, çektiği fotoğraf kareleriyle güzelleştirmeyi kotaran bir insan... "Fotoğrafları, hayata bakışındaki özgürlüğü sergilemeye yetiyordu. Çektiği fotoğraflar gerçekten de ta kendisiydi" diyor Zeynel Atay... Mehmet Atay, temiz bir gökyüzü arayan martıları, boynu bükük kır çiçeklerini, ıslak sokak köpeklerini, kendisine dil çıkaran, haylaz çocukları fotoğraflıyor. Onları özgür dünyalarını yakalama çalışıyor... Olabildiğince özgür yaşamaya sevdalı bi güzel insan. Günümüzde yükselen değerler dünyasında, ilkeli ve kendini alçaltmayan bir yaşamı benimseyen, yaşamın ağrısını ve sızını her zaman üzerinde taşıyan, Fotoğraflarıyla yaşamını güzelleştiren, dürüst kişiliğiyle dostlarına ve arkadaşlarına güven veren, duygusal, sevecen, çalışkan bir insan... Bütün ilişkilerinde özgür düşüncesini hayata geçirmeyi deniyor. Ve bu tavrından asla ödün vermiyor. Gazi Üniversitesi, Maliye Meslek Yüksek Okulu'nu bitiren Mehmet Atay'ın mesleği ile ilgili büyük bir hedefi bulunmuyordu. Belli bir iş, yükselme ve bol para kazanma hırsı da yoktu. "Mehmet çok farklı insandı" diyor ablası Aynur Atay, "Hissettiği gibi yaşardı. Hayata çok geniş bir açıdan bakar ve hiçbir konuda kendini sınırlamazdı..."
Mehmet Atay, 25 Haziran 1993 günü, Alevi Dernekleri Federasyonu'nun kurultayına katılmak üzere, Hacıbektaş'a gidiyor. 27 Haziran günü, İstanbul'a dönüyor ve birkaç gün sonra da Sivas'a, yönetim kurulu üyesi olduğu Divriği Kültür Derneği ve Çağdaş Divriği Gazetesi adına, Pir Sultan Abdal Etkinlikleri'ni izlemek ve elbette gönlünce fotoğraflamak üzere yola çıkıyor. Bir arkadaşı, "Mehmet'in ablası olmak çok güzel bir şey olmalı" diyor Aynur Atay'a...
"Bir insanın bu kadar çok arkadaşı olmasına inanamıyorum... Ben ablası olarak, ölümüne bizden çok daha fazla üzülen arkadaşları olduğunu biliyorum"... Sevgili Mehmet! Seninle yaşadığım süreçlerde dost ve arkadaş olamadık ama, geride bıraktığın onurlu yaşamınla, fotoğraflarındaki insancıl, ortak dünyamız ile bizim de kardeşimiz, arkadaşımızsın şimdi...


GÜLSÜN KARABABA

Pir Sultan Abdal Kültür etkinliklerin, Divriği Kültür Derneği kanadından katılan dört genç kızdan biri de Gülsün Karababa... Handan Metin, Gülender Akça, Gülsün Karababa ve Nurhan Metin'den, yalnızca Nurhan geriye döndüyor.
Gülsün'ü, ablası Nilgün Karababa yolcu ediyor Sivas'a. Gülsün Karababa... Ayrılırken, döne döne öpüyor ablasını, "Belki bir daha görüşemeyiz" diyor... Nilgün Karababa, kardeşine kızıyor; "Üç tane kol atmıştı. Bende "niye bu kadar çok giysi götürüyorsun yıllanacak mısın orada?" dedim. Üstünü kontrol ettim. "Sivas soğuk olur, kalın giyin" dedim. Oysa ki, yangın yeri olacakmış Sivas, bilemedim"...
Sıradan biri olarak yaşamayı asla kabul etmiyor; babası M. Ali Karababa gibi güzel saz çalıyor, evde herkes yatmış uyurken, o gece yarıları resim çalışıyor, günce tutuyor. Atatürk Kültür Merkezi'ndeki resim kurslarına katılan Gülsün'ün hedefi, Hacettepe Üniversitesi Resim bölümü'nü kazanmak... "Harçlığını saklar kitaba, boyaya yatırırdı." diyor babası M. Ali karababa... "Bir gün olsun kızmadım yavruma. kaşımı kaldırıp bakmadım, nazarım değmesin diye..." Uğur Mumcu'nun cenaze töreninden döndükten sonra, "Ben sıradan biri olacağım. Ben de Uğur Mumcu gibi öleceğim" diyor ablasına..
Gülsün'un felsefesine göre, insan yalnızca yaşamında değil, öldükten sonra da anılmalıydı. Geriye birşeyler bırakabilmeliydi. Belki ileri bir tarihte düşündüklerini yapabilirdi kardeşim... Fakat böyle bir ölümü hiç hak etmemişti.
M. Ali Karababa, "Biz bu çocuklarımızı ne zor koşullar altında büyüttük. Onları cepheye göndermedik ki. diyor. Ve anne Sultan Karababa, "Biz on aydır zehir yiyoruz." derken, nasıl da acılı, fakat yıkılmaz bir şehit anası aynı zamanda... "Ben annem gibi akıllıyım" diye övünen Gülsün'ün, "Dünya bir yana, annem bir yana" dediği Sultan annesi... Karababa ailesi, diğer aileler gibi yalnızca gerçeği öğrenmek istiyor. Devlettir bizim düşmanımız...
Gülsün Karababa, "Ölü Ozanlar Derneği" kitabından aldığı bir tümceyi güncesine aktarmış; "Ölüm saati geldiğinde hiç yaşamamız olduğunu hissetmem ne acı"... Sivas'ın kendisi ve sevdiği yazarlar için bir "Ölü Ozanlar Kenti" olacağını nereden bilecekti?... Halk ozanı Gülsün Karababa'nın babası M. Ali Karababa Sivas katilamında 33 yavrusunu kaybetmenin acısına dayanamadı. Kısa bir süre sonra Pir Sultan'ın ve canların yanına ulaştı.

HANDAN METİN

Handan Metin 1973 Divriği doğumlu, Dört çocuklu bir memur ailesinin üçüncü çocuğu. 1992 yılında, ODTÜ Eğitim Fakültesi Biyoloji Bölümü'ne giriyor... Babası Sadık Metin. Dört çocuğumuzun dördü de başarılı olarak öğrenimlerine devam ederken, anne baba olarak biz de çocuklarımızla gurur duyurduk. Ailece kararlıydık, bizlerin zamanında olanaksızlık yüzünden yapamadığımız eğitimi, bütün zorlukları göğüsleyerek çocuklarımıza yaptıracaktık, yaptırıyorduk da... Mutlu ve huzurlu bir yuvada, herkes üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyordu. Handan evimizin hem öğrencisi hem de yöneticisiydi.
Handan ve Gülsün, Divriği Harman Dergisi'nin, kadın özel sayısı'na, "Yaşamda Birlikteyiz" adlı yazıyı birlikte yazmışlar: "kadının yeri hakkında yanlış görüşler hakimdi. "Dünya benim, evin içi senin" düşüncesinin hakim olduğu bir toplumda; Ali'nin karısı, Veli'nin anası, Hasan'ın kızı olmak artık kadına yetmiyor. Kadın sadece kendi kimliğini istiyor... Sesimizi yükseltmeliyiz. Karar mekanizmasında biz de varız. Çünkü birlikte yaşıyoruz."
Handan Metin, 1987 Mayıs'ında (yani 13 yaşında), çocukluk ve okul arkadaşı Seher Özen'e, tuttuğu bir günlükte şu satırları yazmış: "Ayrılmak bir doğa kanunudur. Bir gün arkadaşlarından, yarın aileden ve son olarak da bu dünyadan ayrılacaksın. Bütün herkes ayrılacak ama önemli olan zihinlerde bir isim bırakmak, ölsem bile ölmemiş gibi yaşatılmaktır. Handan'ın annesi Sultan Metin, Handan'ın dönüşünü bekliyor. "yitik bulmaya" gider gibi gidiyor her mahkemeye. Handan'ın artık yaşamadığını bilmiyor, eşyalarını saklıyor, kızı gelir ve kullanır diye. Baba Sadık Metin kızı için ayrı bir şiir yazmıyor, "33'lere" birden adıyor yazdığı şiirleri, kızının acısını ayrı tutmuyor. Öfke ve direnç her geçen gün büyüyor.

GÜLENDER AKÇA

Gülender Akça'nın kız kardeşi "aile içinde bir evlat, bir kardeş, bir abladan öteye, hepimize bir dost, bir can, bir arkadaştı." diye söze başlıyor.
Babası Abidin Akça sözü alıyor "Ben uyuyordum, Gülender ile gece konuştuk, vedalaştık, sokaktan geri dönmüş babamı bir öpeyim demiş, son öpüşü oldu."
"Bizde bir ihtiyar vardır, çor çocuğu olmayan, bibim "babaman kardeşi hastaydı" Gülender ile bu odada birlikte yatardı. "Kurban olam Gülender, nereye gidiyon, ben ölüyem, ben hastayım" dedi Gülender'e. Bibi sen ölmekte ol, ben uçakla da olsa gelirim seni yolcu ederim dedi. Fakat maalesef Gülender'in cenazesi geldi uçakla"
Gülender Akça'nın halasının adı Tamey, herkes gibi Gülender'de o'na bibi dermiş. Bibi'nin hastalığında altını temizler, tuvaletini yaptırırmış, Gülender'in ölümünden 40 gün sonra Bibi de ölmüş üzüntüsünden.
Divriğinin Şahin Köyünden Ankara'ya uzanan 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Madımak Otelinde sona eren 25 yıllık bir hayat Gülender Akça'nın hayatı. Gülender Akça'nın toplumsal kimliğini en iyi anlatan sözlerde Ağabeyinin sözleri olmalı: " Herşeyden önce insana insanca muamele edilmeyen, hak ettiği değeri verilmeyen baskının zulmün, işkencenin, itricanın yoğun olduğu bir dönemde yaşadı. Bu nedenle haksızlığa, zulme, irticaya karşı insan haklarından, Demokrasiden, laik düşünceden yana tavır koydu. Bu anlamda duyarlı bir toplum yaratma çabasında kardeşçe, insanca yaşamak için, insan olmanın onuru ile yaşamak isteyen milyonlarca insandan biri olmak için çaba sarfetti.
Gülender Akça artık yok ama hayat devam ediyor, günlük sıkıntılar diğer aileleri olduğu gibi Akça'larıda kuşatmış durumda. Akça ailesi bir anlamda kızlarını yüreklerine gömdüklerini hayatın Gülender Akça'nın anısıyla her zamankinden daha acımasız, daha çok şeye gebe olduğunun bilincinde olduklarını duyumsatıyorlar. Ağabeyi Günay Vedat Akça'nın evden ayrılırken bize söylediği şu sözlere başka ne eklenebilir ki; "Yitirdiklerimizi ardından ağlamak, anlık tepkilerle yollara çıkmak çözüm mü? Toplumun, kitle örgütlerinin, demokratların cenazelerin kalktığı günkü havayı sürekli kılmaları gerekiyor.

YAŞIYORLAR

NOT:gop.pirsultan.sitemynet.com adresinden alınmıştır.