30 Aralık 2008 Salı

ÖLÜMÜN ADI:GAZZE



İsrail 3 gündür ölüm yağdırıyor yoksul filistin halkının üzerine.
Filistin alev alev yanıyor,yıkılıyor.
Her yanda acı ve kan...
Operasyonun adına "Dökme Kurşun" diyorlar.
Gökten döktüğü o kurşunlar;çocuk,genç,yaşlı,kadın,erkek demeden ölüm saçıyor.
Gazze ölüm kokuyor.Ölü sayısı 300'ün,yaralı sayısı 1400'ün üzerinde...
Filistin halkı katlediliyor...Ve bütün dünya bu katliamı seyrediyor...
Tevrat "Öldürmeyeceksin" diyor.Onlar öldürmeye doymuyor...
Gazze ölüm kokuyor...Gazze ölüm kokuyor...

KATİL İSRAİL FİLİSTİN'DEN DEFOL!

14 Aralık 2008 Pazar

ÖLÜMÜNÜN 29.YILINDA BEHÇET NECATİGİL'İ SAYGIYLA ANIYORUZ!


SEVGİLERDE

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı


NİLÜFER

Ben oraya koymuştum, almışlar,
Arasına sıkışık saatlerin.
Çıkarır bakardım kimseler yokken;
Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.

Kışken ilkyaz, sularımda açardı
Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?
Eski defterlerde sararırmış yaprak.
Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.

Bir ışıktı yanardı gecelerde;
Akşam, çiçekler uykuya yattı,
Sardı karşı kıyıları karanlık- -
Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.


SOLGUN BİR GÜL DOKUNUNCA

Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca.

Ya büyük şehirlerin birinde
Geziniyor kalabalık duraklarda
Ya yurdun uzak bir yerinde
Kahve, otel köşesinde
Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kâğıtlar
Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.

Ya da yalnız bir kızın
Sildiği dudak boyasında
Eşiğinde yine yorgun gecenin
Başını yastıklara koyunca.

Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
En çok güz ayları ve yağmur yağınca
Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
Uzanıp alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.

Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
Akşamlara gerili ağlarla takılıyor
Yaralı hayvanlar gibi soluyor
Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
Yollar, ya da anılar boyunca.

Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam
Solgun bir gül oluyor dokununca.

BEHÇET NECATİGİL

16 Ekim 2008 Perşembe

SÖYLE SEVDA İÇİNDE TÜRKÜMÜZÜ

Söyle sevda içinde türkümüzü,
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz,
Yaşamak bu kadar güzelken?


İnsan, dallarla, bulutlarla bir,
Ayrı maviliklerden geçmiştir
İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken?

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA


ÖLÜ

Hangi mahallede imam yok,
Ben orada öleceğim.
Kimse görmesin ne kadar güzel,
Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.

Ölüler namına, azade ve temiz,
Meçhul denizlerde balık;
Müslüman değil miyim, haşa,
Fakat istemiyorum, kalabalık.
Beyaz kefenler giydirmesinler,
Sızlamasın karanlığım havada.
Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım,
Ki bütün azalarım hülyada.


Hiçbir dua yerine getiremez,
Benim kainatlardan uzaklığımı.
Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar,
Çılgınca seviyorum sıcaklığımı

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

15 Ekim 2008 Çarşamba

"BEN BİR ÖĞRENCİYİM.ŞİİR ÖĞRENCİSİYİM"

Dağlarca ile yıllar sonra tekrar bir araya geldiğimde sık sık eski sözlerini anımsatarak sorular yönelttim. Keskin zekası ile zamana meydan okuyan Dağlarca, “ses bayrağım” dediği Türkçe’yi daha yükseklerde dalgalandırmakta kararlı.

Tek avuntum- sizinle konuşurken- kendi bulduğum ve kendime sakladığım bir gerçektir: Yaşlılar geç yaşlanır. Bu yaşımdan sonra bu sevinci duyduğum için mutluyum. 10 yıl ötesini görüyorum. Ben iki yıl ileri gitmişim, siz on. Dört yıl sonrasını görüyorum. Ben iki yıl ileri gitmişim, siz on. Dört yıl sonrasını görüyorum. Ben dört yıl ileri gitmişim, siz otuz beş. Sevindiniz değil mi; beş sene karlısınız. Daha sonrası yaşıtlığımızdır.

Yasemin Arpa: Aradan 13 yıl geçtikten sonra. Çok merak ediyorum. Gerçekten o yaşıtlığı yakalayabildik mi, ne düşünüyorsunuz?

Dağlarca: Görünürde sanki bir büyük yelkenim. Ve öyle bir yelken ki, kendi rüzgarımla kımıldar gibiyim. Yelkenim eskidi şimdi. Gene yelde, başka göklerde. İnsan, aldanımın içinde binlerce küçük yaratık. Coğrafyası da vardığı ölçüde. Demin siz konuşurken bir şiir lamba gibi yandı söndü, yandı söndü. Onu anımsıyorum. Ablamla aramızda… Çok garip, geceleri ablamla inerdik aşağılara, ayakkabıları dizerdik taşlara. Ablamla ben. Anneminkiler bir yanda, benimkiler bir yanda. Biz iki erkek. İyi ki 13 yıl sonra geldiniz beni kişiliğimle yan yana getirdiniz; ikicik. Parmaklarımda bir sızlanma oluyor. Öncelikle sağ elimin parmaklarında. Bugün de durmaktadır.

“Hiç kimse yazarak yalnızlığını gideremez”

Yasemin: “Nüfus kağıdım değişiyor. Sözcük gibi oluyorum” demişsiniz. Yalnızlığınız sözcüklerle baş başa olmak değil mi?

Dağlarca: Değil. Niye? Yalnızlık sürezlerden de daha büyük. Hiç kimse yazarak yalnızlığını gideremez.

Yasemin: Yalnızlığı gidermek gibi bir uğraşınız oldu mu? Yoksa bu sizin seçiminiz miydi?

Dağlarca: Seçimim değil. Kendim isteyerek bunu bulmadım. Doğanın da bu işe beni hiç karıştırdığını sanmıyorum. Yalnızlık bence her maddenin içindedir. Telefonla konuşan bir şiir yazdım. Telefonla konuşan bildiğimiz buradaki bakır tellerinin ötekilere açılmasıdır, ötekilere seslenmesidir. Bakır tellerinin yalnızlığıdır. Bunu söyledim orada. Bir de böyle bir yalnızlık vardır. Belki alaşımlar bunların sevincidir.

Yasemin:
Sözcükleri tar
tıyordu tanrım
Sevmek en ağır gelince
Şaştı

Dizelerini yazan bir şair olarak sormak istiyorum. Yazmak, yalnızlığın orta yerinde yalnızlığı aralamak gibi bir şey mi?

Dağlarca: Tanrı yeryüzü merkezli bir genel sevinç olmasın? Tanrı bütün mistik edebiyatın söylediği herkese düşen bir pay, bir hisse olmasın? Tanrı taa ilk gökyüzü kanalından başlayıp, avucumuzda kalan bir metafizik belge olmasın? Çok karışık kavramlar.Sen ne hınzır kızsın sen.

Yasemin: Hep öyle gördünüz nedense beni!

Dağlarca: Hep öylesin de ondan. Bir plan kurmuşsun. Ona tatlı götüreyim, yesin yesin konuşsun.

Dağlarca: Hüsniye’ciğim ye.

Hüsniye Duman: Yok Fazıl Bey siz yiyin.

Yasemin: Hiç bana ye demiyorsunuz, Hüsniye’ciğim, Hüsniye’ciğim… Çatlatacaksınız insanı.

Dağlarca: Hüsniye’ciğim benim manevi eşim. Yemezsen bunu bırakacağım. Seni kıskandı.

“Hiçbir dizeye tam dizedir diyemedim.
Yazdıklarım da içinde.”

Yasemin: Dağlarca, ‘Yapıtlarımla Konuşmalar 1’ kitabınız üzerinden sormak istiyorum: Bu kitaplar, biraz da başkalarının sizi çok doğru anlayamamasından, yazamamasından, sizin bu konudaki kaygılarınızdan mı kaynaklanıyor? Kendi yapıtlarınızı kendinizle söyleşerek açıklamaya çalışmak...

Dağlarca: O kitap benim taa küçüklüğümden beri yazmak istediğim bir kitaptı. Yazmaya elim değdi, çok sevinçliyim. Orada gerek kendime ait, gerek şiire ait birçok gerçeği ortaya döktüm. Sonra o kitabın gördüğü ilgiden de memnunum. En az 25-30 dergi bana özel sayı yaparak bu kitaptan bahsetti. O kitap, içtenlikle yazılmış bir kitaptır. Uzun bir yaşamanın, çocuk yaşamasının öyküsüdür. O kitabı yazarken çok disiplin kurdum. Yazdırdığım kişiye çok güç günler yaşattım. Ama sevinçliyim. Bu iki kitap benim üzerime sanki çok ışıklı bir aydınlık serpmiştir. Birçok kişi şiirimin bazı gizlerini oradan öğrenmiştir.

Yasemin: Böyle bir yöntem izlemenizde şiirinizle aranıza başka birini almamak isteğiniz de yok mu?

Dağlarca: Allaha şükür, ben dinamiği kendinde olan birisiyim. ‘Öz yaptırım’ bence dinamik sözcüğünü karşılar. Ünüm, saygım bundandır.
Bana birçok beyin doktoru sormuştur, anlamak istemiştir. Örneğin Eskişehir Üniversitesi’ne gittiğimde bir konuşma yaptım. Konuşmayı yaparken kendimi yitirdim. Doktor “Yok siz başka bir şey yiyorsunuz” dedi. Ne yiyeyim dedim? “Ben beyin doktoruyum, siz konuşurken öyle şeyler söylüyorsunuz ki, bunu insanın düşünmesine imkan yok” dedi. Neyse, adam demek istedi ki, senin beynin başka türlü çalışıyor. Bunu bana birçok kişi söyledi, doktorlar da söyledi. Bence bu alışkanlık şöyle olmuştur: Ben şimdiye dek kimseyi beğenmedim. Bir de bir huyum var, her okuduğum şeyi, dizeyi tashih etmeye başladım; başkasının dizelerini. Kelimelere yer değiştirtirim, kelimeleri bölerim, parçalarım. Anlamın daha nüanslı şekilde anlaşılmasını sağlayacak, gramerce çabalar gösteririm. İşte beğenmemek benim yolumdur. Kendim de içinde, kimseyi beğenmem. Kimseyi. Kanımca her anlatımın daha güzel biçimi vardır. Sanki anlam ağacı büyük, uzun bir ağaç. Buraya ne kadar uzansak ellerimiz ne kadar uzun olsa, kuracağımız merdivenler ne kadar büyük olsa, zıplasak az gelir. Hiçbir dizeye tam dizedir diyemedim, yazdıklarım da içinde.

Yasemin: O zaman dize tamamlanabilir bir şey değil midir?

Dağlarca: Dize tamamlanacak bir şeydir ama daha ötesi var.

Yasemin: Siz “Aynı noktaya tanrıyla birlikte baksak tanrıdan önce ben görürüm” demiştiniz.

Dağlarca: Ben görürüm çünkü o daha öteye bakıyor. Ben önce görebilirim ama o daha uzun bakışlı. Daha doğrusu o bizim bakışımızın bize kalan payı kadar daha büyük. Paradoks gibi görünen tümce bence gerçeğin en yakınındadır. Çok sevindiğim bir durumum var. Bana kim ne zaman ne sorsa, sanki ben o sorulara bin yıl önce hazırmışım durumundayım.

“Her sanatçı bir yalvaçtır, bir peygamberdir. Her sanatçının getirdiği bir başka din vardır, dünya görüşü vardır.”

Yasemin: Tamamlanmamış dizelerden söz ediyorsunuz ama sizin tümceleriniz söylediğiniz gibi binlerce yıl önceden hazırlanmış gibi.

Dağlarca: İşte bu şundan: Ben genç şairlere kaç defa söyledim anlamıyorlar. Dilinizi bir arı gibi kendiniz yapın diyorum. Hiçbir kavanoz, isterse dünyanın en uzak gezegenlerinden gelsin, sizin balınız kadar bereketli olamaz. Onu harf harf (masaya vurarak)ses ses işleyin. Gece yatakta onun muhasebesini, seslendirmesini, anlamlandırmasını yapın. Sonra sesi hiç arka plana bırakmayın. Ses, Allah’ın duyamadığımız yanıdır. Her sanatçı bir yalvaçtır, bir peygamberdir. Her sanatçının getirdiği bir başka din vardır, dünya görüşü vardır. Bu dünya görüşünün o sanatçıya özel inceliği, güzelliği, sıcaklığı -altını çiziyorum- vardır. Bunlara ulaşamadan metin yani yapıt anlaşılamaz.

Yasemin: Dağlarca, altını çizdiğiniz sıcaklık sözcüğünden ve beğeniye ilişkin seçiciliğinizden yola çıkarak sormak istiyorum. ‘Yapıtlarımla Konuşmalar 1’de ‘Ulusumuzun 2-3 ozanından biridir demişsiniz Yunus Emre için’. Diğerlerini de söyler misiniz?

Dağlarca: Diğerlerini başka sanatçılar bulsun. Ben birini bulduğum için mutluyum.

Yasemin: Size 20. yüzyılın iki büyük şairi sorulduğunda şu yanıtı vermiştiniz: “Birincisi ben değilim, ikincisini de bilmiyorum”.

Dağlarca: Tabii Allah’a şükür kendime teleskopla bakmam. Mikroskopla bakmam. Ben kendime bakmam. Bana baksınlar da demem. O benim yalnızlığımı bozar. Ben kendi kendime yaşarım, kendi kendime yazarım. Bir tek okuyucum olmasa, kendi içimdeki okuyucularımın sayısı bir kişi azalmaz.

“…Atatürk ilk çocuktur. Daha doğrusu, daha bir kelime yazılmamış büyük bir kağıttır.”

Ben
2’ye geçince
2’ye geçti Atatürk
Öyle sevindim ki


Yasemin: Her çocukta bir Atatürk yaşadığını söylemişsiniz. Oğlum bana, “Anne, bir kere çok yukarıya, gökyüzüne sıçramanı istiyorum’dedi. Ne yapacaksın oğlum dediğimde, ‘Oradan bana Atatürk’ü indirmeni istiyorum, görmek istiyorum O’nu” dedi.

Dağlarca: Ne güzel. İşte Atatürk sevgisi çocukta doğuşundan başlar. Çünkü Atatürk ilk çocuktur. Daha doğrusu, daha bir kelime yazılmamış büyük bir kağıttır. Yaşamasıyla herkes o kağıdı doldurur. Atatürk de o kağıdı kendi doldurmuştur. Çocuk bu yüzden Atatürk’ün en yakınıdır. Atatürk’te ulusun özü vardır; her çocukta olduğu gibi. Atatürk bir sanatkardır. Onun yazın eseri, Türkiyemizdir.

Dağlarca: Nereden aldınız?

Yasemin: Baylan’dan. Bana hala yer misiniz demediniz Dağlarca. Bekliyorum sıramı.

Hüsniye: Çay alır mısınız yanına?

Dağlarca: Çay getir de buna da verelim bişey. Oburluğunu gösterdin yine.

Yasemin: Siz öyle demiştiniz ama. İçinde bir göz senin hasta olmanı bekliyor, gıdana dikkat et, demiştiniz.

Dağlarca: İyi valla. Sana bedava peygamberlik yapmışım.

Yasemin: Sağ olun.

Dağlarca: Ben bu 10 sene içinde çok şey yitirdim. Bir defa kızmayı yitirdim.

Yasemin: (Gülüşmeler) Hiç öyle görünmüyor Dağlarca.

Dağlarca: Efendim bu hanım kız... Benim adım Fazıl Hüsnü ya. Hüsniye benim adımın dişisi. Ben sanki onu akrabalarımdan biri gibi sayıyorum.

Yasemin: Söyleseydiniz adımı değiştirirdim Dağlarca.

Dağlarca: Sonra bu hanım kız beni ilk gördü, kaynaştık.

Yasemin: Kaç yıl oldu kaynaşalı?

Hüsniye: 1 yıl. Şiir benim pek ilgi alanıma girmiyordu, Almanya’da yaşadığım için uzun yıllar. Hüsnü Bey’e karşılıksız bir sevgim var ve o yüzden de kızsa bile ona kırılmam gibi geliyor.

Dağlarca: Hiç, hiç yapmaz. Çok teşekkür ederim. Eskiden benim küçüklüğümde ağızlıklar vardı, sigara ağızlıkları -özel bir kadife kutu içinde böyle ipekten - zengin adamlar çıkarıp içerlerdi. İşte bu hanım kız beni bir ağızlık gibi kadife kutunun içinde taşıyor.

“…Ben kendimi Türkçe’nin bir türlü bekçisi sayarım. Her sözcüğü kullanmak isterim ki, ilerideki çocuklar, gençler Türkçemizin o sözlerini unutmasınlar. İsterim ki Türkçe yok olsa -bunu bir yerde de söylemiştim- benim kitaplarımda Türkçe’nin tümünü bulsunlar. Eksiksiz tümünü.”

Dağlarca: Bu o sözün hiçbirini incitmez, değiştirmez. Çünkü ikisi ayrı-ayrı; bir bakış ama, aynı beyinden gelen ayrı ışıklar gibi o beynin içinde birleşiktirler. Bir defa burada diyor ki: Sözcüklerin yükünü ver. Yoksa oraya anlamsız bir ağırlık, bir artı, bir eksi getirmesin der. Sözcükleri para gibi kullan diyor. Mesala ben kendimi Türkçe’nin bir türlü bekçisi sayarım. Her sözcüğü kullanmak isterim ki, ilerideki çocuklar, gençler Türkçemizin o sözlerini unutmasınlar. İsterim ki Türkçe yok olsa -bunu bir yerde de söylemiştim- benim kitaplarımda Türkçe’nin tümünü bulsunlar. Eksiksiz tümünü. Yani bir şey olsa, yine bir gemiye toplansalar her tarafı sel bassa, yeryüzüne indikleri zaman o gemide yalnız benim kitaplarım olsa Türkçe yeniden yeryüzünde yaşıyor olsun isterim. Ama bir şey anlatırken on sözcükle mümkünse on bir sözcükle olmasın isterim.
İyice bakarsanız fazla sözcük o yazıyı değersiz kılar. Şeye benzer bak şiirler, piyano versiyonuna; bir nota fazla olsa nasıl o versiyon bozulursa şiir de bozulur. Onu atar. Şiirin genel tablosu atar, istemez, sevmez. İşte bu gene doğanın ana kurallarına uyar. Dört yapraklı bir yonca yeter, onu beş yapraklı yapmaz doğa. Ama beş daha güzeldir, bir pençeyi anlatır, bütün hayvanların ifadesini taşır gibi bir düşünce burada sökmez. Birinci kural; söz bitti miydi metin biter, anlam biter. Anlam bitti miydi metin biter. Edebiyatın çoğu bir fazla sözcük yüzünden okunmaz olmuştur, klasik olamamışlardır. Zaten klasik demek, sözü anlama tıpatıp uyuyor demektir; eksiksiz, fazlasız. Evet bu da benim gözlemlediğim baş gerçektir. Maddenin bir ifadesi varsa her anlamın da bir sayısı vardır. Bu sayı ussal anlamın karışık matematiğinden çıkar. Fizik ve kimyanın buluşu gibi. Bunu ben 86 adlı şiirimde ortaya koydum. Ta ilk mektebe gittiğimin, ilk notları aldığımdan, taa o zamandan beri ortaya koydum. Bilmeden de şimdi onun kafamdaki o bilinmeyen merkezin ne güçte olduğuna beni ayrıca inandıran bir olay. Biliyorsun mektepte bana 86 numara vermişti hoca. Ben bunu büyük harflerle defterime yazmıştım. Büyük bir 8, yanına büyük bir 6. Parmak kadar kalınlıkta bunu büyüttüm ve eve geldim bir sevinçle. O zaman bizim evimizde bir adet vardı: Evdeki dolapları taksim etmişlerdi kardeşler. Bana da en aşağıdaki dolabı vermişlerdi. Konya’da bir eski evdi. Neyse, ben dolabımı açtım. Bana verilen eski kartpostalları eski küçük şişeleri dizmiştim. Dolabın kapağına yapıştırdım onları. Ama 6’yı oraya, 8’i bu tarafa yapıştırmışım. Ablalarım geliyor, numaran kaç diyorlar, 86 diyorum, bana gülüyorlar. Biri geldi, biri daha geldi. Bunlar niye gülüyor diyorum, benimle alay ediyorlar bayağı. Çünkü hem dolaba bakıyorlar, hem bana soruyorlar. Bu dolapta görüyorlar niye bir daha bana soruyorlar diyorum. Neyse gülmeler çoğalınca ben anladım bir hata yaptığımı. Baktım defterde 8 bu yandaymış, dolapta 6 bu yanda. İşte orada sözcüklerin yer değiştirince ne olduğunu anladım. Şu gerçeği söyleyebilirim: Kişi yanıla yanıla yanılmaz olur. Kendi kafasıyla bunu yaşarsa daha yararlı.

Kutu önünüze geleli sorular azaldı.

Şiir, hem bir saat gibi günümüzü göstermelidir hem bir pusula gibi gidilecek doğru yönü belirtmelidir.”

Yasemin: Çok yakında yitirdiğimiz Attilâ İlhan’la sizin bir konudaki farklılığınız üzerinden sormak istiyorum. Eski Türkçe’yi yaşayan dilin içinde kullanmak konusunu.

Dağlarca: Şiir yazmak yapı kurmaya benzer. Andığınız kişi başka bir yöntemle kurmuştur. Pencereleri pencereciden, kapıları kapı satıcısından, tuğlaları yakındaki ocaktan, aydınlatmaları aydınlatmacıdan toplamıştır.
Bu öyle değil. Onun büyüklüğü, alan tavanının yüksekliği, düşüncelerle çizilmiş, yerlerine konmuştur. Şiir, hem bir saat gibi günümüzü göstermelidir hem bir pusula gibi gidilecek doğru yönü belirtmelidir.

Yasemin: Yaşamak yanılmak değil midir yoksa diye sorarken, bu kadar yanılmanın içinde şiir hem saat gibi günümüzü hem pusula gibi doğru yönü nasıl gösterebilir?

Dağlarca: Öyle göstermelidir ki, göstermiştir de; işte Yunus. Yunus’un şiirlerinde hem o saati, onun yaşadığı saati görüyorsunuz, hem bugünde olduğunuzu görüyorsunuz.

Yasemin: “… Kadınlar sevgilerini içlerine gömerler. Kıskanırlar kendilerini. Çoğu birisini severken kendisini sever. Böyle olmayanlar kıyar yaşamasına. Belki yanılıyorum. Yaşamak yanılmak değil midir”? diye soruyorsunuz ‘Yapıtlarımla Konuşmalar 1’ kitabında.
Gazetecilik kursunda ilk tanıştığımız gün böyle bir tartışmamızı hatırlıyorum sizinle aramızda. Kadınların farklılığının, şiir, resim vs. sanatın diğer alanlarındaki yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dağlarca: Evet. Uyanır uyanmaz …Dağ kadar olurken güzel olduklarını sanırlar.

Yasemin: Erkek bakışı, erkek ozan bakışı bu değil mi? Sizde öyle bir duruş var.

Dağlarca: Artmazlar, eksilirler. Çünkü bir gün gelir artık çocuk doğurmadıklarının, azaldığının belgesidir. Çatlasanız da patlasanız da. (gülüşmeler)

Yasemin: Bu da sizin kıskançlığınız olsa gerek.

Dağlarca: Kıskançlık değil, böyle kızım. Kıskanacak bir şey yok

Yasemin: Kendi doğurdukları çoğalır, kendileri azalırmış gibi görünürken.

Dağlarca: Evet çünkü doğanın çizgisi bu. Bak mesela kadınların ödü kopuyor menopoz dalgalarına. Tabiat istemiyor bir defa. Ben ne yapayım. Maalesef. Siz de biliyorsunuz ki, o yaştan sonra çocuklar eksik doğuyor, el ayak parmak bakımından.

Yasemin: O saatten sonra çocuk falan da bakılmaz zaten.

Dağlarca: Tabii bakılmaz. Tabiat ona o iştahı vermiyor. Bende olsa vericem ama Allah vermemiş ne yapayım?

Yasemin: Şeyh Galip’e Dörtlükler’de “Yaz, varlığımın sevinci gözdür/ görmek yaşamakla eş değerde” demişsiniz.

Dağlarca: Evet.

Yasemin: Görmenizin azalmasıyla birlikte yaşamdan azalan şeyler nedir Dağlarca?

Dağlarca: Kavramlar, deyimler, sözcükler söylemekle kalmıyor, görmek yerine de geçiyor. Gözler görse de görmese de bir konuktur. Amma şeyler konuştuk yine bugün...

Yasemin: Yine bir şiirinizden sizi yakalayayım.

Ölsem bile bir
Yaşındayım ki
Ölmek bana pa-
dişah değildir

diyorsunuz. Dağlarca’ya ne padişahtır diye sormak istiyorum.

Dağlarca: Yaşamayı severken bir büyük saltanatım vardır; şiiri sevmem. Bu saltanat, bildiğimiz saltanatları geçer, aşar. Çünkü saltanatlar coğrafi bir düzeyi kapsar. Gerçek sevgiye erişen kişi, hatta herkes sevgiyi ilk keşfeden gibidir. Ben bunu çok hissettim. Hani gelinle güveyin birleştigi odalar var ya zifaf odaları, orada her çocuk -onlara çocuk diyelim artık burada- bunu keşfeden gibidir. Halbuki bu arının binlerce yıldan beri yaptığı bir iştir. Atın bile, arının bile... Bu doğanın bakireliğidir.

Yasemin: Gerçek sevgi ile gerçek olmayan sevgiyi Dağlarca nasıl ölçer?

Dağlarca: Efendim hayatıyla ölçer, yaşamasıyla ölçer. Öyle sevgi anları vardır ki: İnsan ölüdür her gece, sabahleyin dirilir. Bir yeri ölü kalkar. Çünkü sevgi demin de söyledik; ödünç alınır ve ödenir. Yaşamasıyla ödenir. Kalabalık çocukların sevgisizliğiyle, eziyetiyle ödenir. Fedakarlığıyla ödenir. Ben çok insanlar gördüm ki artık kendi yaşamıyor; çocukları için yaşıyor, karısı için yaşıyor. Kendi yok. Sigara dumanından başka kendisinin bir şeyi yok. O sigara dumanı da teselli onun için, bütçesi ne kadar küçük olsa da o paketi almadan duramaz.
Düşünürüm arada bir; bütün evren bir tiyatrodur. Ve her hayvan bu tiyatroda bir figürandır. Her yaratık, her şey. O sahne biter öteki sahne başlar. Çekici durmadan çeker filmlerini; bunları nereye koyarlar, nerede biriktirirler bilemem. Belki şiir yaparlar, belki heykel yaparlar, belki müzik yaparlar; nerede birikir bilemem. En geç onlar mı, kim kalacak bilemem. Irmaklar mı, kuşlar mı kim kalacak bilemem? Kimi gitmez Yunus gibi. Giderken gitmez olmak isterim. Bir bölümü gider, bir bölümü de gitmez. Adını anacağım Yunus’un gitmezliği gibi.

Yasemin:Öyle bir zaman gelecek ki, sevgiler bile gramla tartılacak” demiştiniz konuşmamıza başlarken. Siz kendi içinizdeki sevgileri tartığınızda, ölçüye vurduğunuzda en ağır gelenler neler?

Dağlarca: Sevgi de insanda bir konuktur. Onun geldiği an, altın saat diyelim, altın anlar diyelim, altın sürez diyelim. Sürez daha yakıştı; Türkçe çünkü. Onun geldiği an altın sürezdir. O geçen doğanın sırları içinde iki yaşama geçirir. Birisi olduğu anların yaşaması, bir tanesi geçmişte kalan sürez. Evet geçmişte kalan sürez bir ağrı gibi duruyor, hiç gitmiyor. Bin sene, on bin sene geçse o hiç gitmez. Sevgi, doğadaki büyük tiyatronun kulisidir.

İnsan, hele benim gibi yaşlılar bir de vergi verirler; söz vergisi.

Yasemin: Taş bana mı şimdi?

Dağlarca: Böyle bir tahsildar gönderiyor, topluyor paraları. (Gülüyor) “İnsan yaşarken hayatının bir bölümü o kitapta kalıyor ve sizden kopuyor sanki. Eksiliyorsunuz gibi oluyor, artıyorsunuz gibi değil.”

Yasemin:Düngeceki- En Sevmek” kitabınızda sevgi çok somut görünüyor. Diğer sevi şiirlerinizden farklı olduğunu görüyorum.

Dağlarca: Ben bunu yazarken vallahi çok yerde ağladım. Hatta temize çekerken de kelimeler bozulmuştu onların doğrusunu zor bulabildim. İşte insanın böyle şeyleri olur, handikap diyorlar, yazarken düşeyazıyor. Yani düşer gibi oluyor. Öyle bir gerçek kitaptır ve bunu uzun müddet yaşayarak yazmışımdır. İşte insan yaşarken hayatının bir bölümü o kitapta kalıyor ve sizden kopuyor sanki. Eksiliyorsunuz gibi oluyor, artıyorsunuz gibi değil.

Yasemin: Siz o zaman kendinizi çok eksilmiş mi hissedeceksiniz 114 kitapla...

Dağlarca: Yazdıkça azalmak da değil, çoğalmak da değil... Yazdıkça kopma hissediyorsunuz, kopma. O andan kopma. O an, biraz daha geriye gidiyor. Yani yirmi sene evvelki şeyi yazarken siz kırk sene evvel oluyorsunuz. Bu yüzden, belki de anlam size gülümseyip gidiyor. Ahh ahh bunları insan anlayabilse çok doğru yazar ama anlayamıyor. Sonra yazmadığım bir şey var, çok acayip bir şey. Ne yazsanız sizden bir yerini saklıyor. Sanki tam anlamıyla evlenemediğiniz bir kadın gibi. Size orasını vermiyor. Kadın bir giz küpüdür; şiir daha çok bir giz küpü.

Yasemin: Tam bir teslim oluş yok öyle mi, büyük bir şaire bile?

Dağlarca: Tam tersi. Bir defa ne yazık ki zamanla insan ne kadar çağdaş ve ileriye dönük yazsa da sözcükler eskiyor. O sözcük, eskiyen bir sözcük şiiri mahveder.

Yasemin: Yaşamasına devam etmiyor mu şiir?

Dağlarca: Etmiyor, Mesala ben şimdi okuyorum eski şairleri. Anlaşılmaz sözcükler çoğaldıkça şair yok oluyor. Haşim çok büyük bir şairdir ama ne yazık ki Arap kökenli olduğu için Arapça’yı çok kullanmıştır bazı şiirlerinde. Bazen de bunun farkına varmış bunu temizlemiştir. O eski şiirleri çok daha güzeldir ama ne yazık ki anlaşılmaz. Yazdığı sözcükler o şairin yaşamasını yahut yaşamamasını sağlıyor. Yahya Kemal, Haşim’den çok daha iyi bir şair değildir, buna rağmen Yahya Kemal yüz derece tanınır, öteki yirmi derece tanınır. Haşim ilk defa şiire birçok gerçekliği taşımıştır. Klasik Türk zamanını gösteriyor, onun ihtişamını gösteriyor. Sonra onun bir şiiri var diyor ki: “Türkçe benim ağzımda annemin sütüdür.” Ben buna bir dörtlük yazmıştım: Dedim ki, bu adamın iki tane süt ninesi varmış, biri Arap biri Acem’miş. (gülüyor) Bu sütleri oradan almış. Hem diyor ki, Türkçe benim ağzımda annemin sütüdür, sonra bakıyorsun ki şiirlerinde Arapça, Farsça.

“Eskiden derdim ki ‘hiç resmim olmasa. Maalesef o bekaretimi de aldılar, gittiler.”

Dağlarca: Çocukluk resmimi çek de öyle git. Elini pantolona sokmuş, resmin en sağında bir çocuk, o benim. Onun suratına bak, çatık kaşlı maşlı bir çocuk. İsterseniz resmi oradan sökün de öyle çekin.

Hüsniye: Orada bayağı esmer görünüyorsunuz. Fotoğraftan mı?

Dağlarca: Efendim, öpüle beyazdan. Hüsniye Hanım ben eskiden böyle değildim, eskiden yakışıklıydım, şimdi bakma.

Hüsniye: Yine yakışıklısınız Hüsnü Bey’ciğim.

Dağlarca: Çeke çeke yaşar insan, çekilecek en sonunda. Çeke çeke yaşar insan, çekile çekile olur. Eskiden derdim ki ‘hiç resmim olmasa.’ Maalesef o bekaretimi de aldılar, gittiler.

Yasemin: Yakanızdaki nazar boncuğuna ne demeli Dağlarca?

Dağlarca: Sevenler taktılar.

Kaç kişi 93 yaşına kadar gelmiş. Bunun uzun müddet tadını almışım, sevincini yaşamışım. Sözlerimin hiç olmazsa bir kısmını söyleyebilmişim. Türk edebiyatına bak! Allah’a çok şükür bu yaşa gelmiş ne romancı var, ne şair. Doğadan gelen bir madalya. Ben bunun bilinci içindeyim. Öyle ki yazı yazmak en büyük sağlıktır. İnsan yazı yazarken en büyük sağlığının süresini
yaşıyor.”

Yasemin: Kitap okuyabiliyor musunuz?

Dağlarca: Maalesef. Sevdiğim bazı arkadaşlar gelip bana okuyor. Ben şuna üzülüyorum. İnsanın en gerekli uzuvları önceden insana veda edip gidiyor. Mesela yürümenin temsilcisi ayak, görmenin kaynağı göz. Halk arasında bir söz var; Allah gözden, dizden noksan bırakmasın diye. Çünkü birisi yeryüzünün maddi yönünü görüyor, birisi yeryüzünün manevi yönünü görüyor. Ama insan yine kendini avutuyor. Şundan da çok memnunum gene. Kaç kişi 93 yaşına kadar gelmiş. Bunun uzun müddet tadını almışım, sevincini yaşamışım. Sözlerimin hiç olmazsa bir kısmını söyleyebilmişim. Türk edebiyatına bak! Allah’a çok şükür bu yaşa gelmiş ne romancı var, ne şair. Doğadan gelen bir madalya. Ben bunun bilinci içindeyim. Öyle ki, yazı yazmak en büyük sağlıktır. İnsan yazı yazarken en büyük sağlığının süresini yaşıyor. Beyin, ayaklar her taraf susuyor. Orada yalnız sağlık, doğadan aldığı belge ile ben de varım diyor. Sevgili Cahit Sıtkı, sevgili Orhan Veli; bunların hepsi yarım kalmış yaşamalardır.

Yasemin: Yazı - yazgı ilişkisi?

Dağlarca: Onun yazgısına yazı derler, bizimkine yazı. Ama mutlu kişiler kendi yazgılarını yazar. Bak yeri geldi. Azerbaycanlı bir şairin dörtlüğü. Bundan 100 yıl önce yaşamış. Onun mezarını da gördüm, müzesini de gezdim. Çok severim bu dörtlüğü. “

…Ağlar idim güler idi alem/ Bir öyle ömür geçir ki olsun mevkin sana hande/ Halka matem”. (Sabir) Türkçesi şu: Anımsıyor musun doğduğun günleri/ Sen ağlıyordun herkes gülüyordu/ Öyle bir yaşam geçir ki sen gülümse onlar ağlasın.

Dağlarca: Hüsnüye, sırası şimdi. Yahya Kemal’in gazelini söyle.

Hüsniye: Ama ben size bunu özel söylüyorum Fazıl Bey.

Dağlarca: Senden rica edeyim. Eğer söylersen gel beni öp. (Gülüşmeler) Gel evvela öperek başla. Hemen, vakit kaybetme.

Hüsniye: Hangisini söyleyeyim Fazıl Bey?

Dağlarca: Meşhur Yahya Kemal’in gazeli; Erenler.

Hüsniye: “Ömrüm şu biten neşvesi tam olsun erenler…”

Yasemin: “Ben gençliğimde güzel olmayan kadınların elini bile sıkmazdım” demiştiniz.

Dağlarca: Şimdi maalesef iyi göremediğim için o şeyi bıraktım. Şimdi nezaketine, terbiyesine bakıyorum. Biraz da kültürüne. Öyle gelen var ki, kadını da erkeği de. Buraya gelip bana şu suali soran bile var: “Siz yazdıklarınızı yayınlıyor musunuz?” Defol, buradan çık demek lazım ama gene susuyorum.

Yasemin: Bir futbolcuyla falan mı görüşmeye geldiğini sanıyorlar yoksa?

Dağlarca: Yani böylesi bile var. Ama gene ben işte yaşlılığımdan belki büyük af seviyesine ulaştığım için Allah’a şükür, gene onu pek bozmayıp, bazen yayınlıyorum falan diyorum.

Yasemin: Neler konuşuyorsunuz peki onlarla?

Dağlarca: Basmakalıp şeyler; ne zaman yazı yazmaya başladınız, şiir seviyor musunuz, şiir sizce ne demektir, klasik şeyler işte; oradan buradan kapmış getirmiş. Nitekim bazen birkaçını kovdum. Artık iyice cahillerini kovdum. Neredeyse bana okuryazar mısın diye soracaklar.

“Biz birikmiş tembelliğimizin mahkumuyuz. Kimsenin mahkumu değiliz.”

Yasemin: 91 yılında Hürriyet Vakfı’nda şöyle demiştiniz: “İnsan yaşlandıkça yurtsever, ulussever, ussever oluyor”.

Dağlarca: Evvela insan bunun ayırdında olmayabiliyor. Ama yaşlandıkça, sağı solu gördükçe, gözlemledikçe hepsinin sende ayıp gördüğü şeyleri çoktan daha fazlasını yaptığını görüyor. Fransızlar mesala uzaktan hümanist gibi görünürler ama içeriden o kadar Fransızlardır ki anlatılamaz. Her gün üç defa özgürlük lafı geçer ama yazdığım gibi kitaplarımda ‘Fransa Afrikası’ demekten de utanmazlar. Koskoca bir kıtaya kendi adlarını koymaktan utanmazlar. Bu bir defa Fransa’nın silinmez bir lekesidir.
Ulussever olmak. Hele şimdi bu toplamsal görüş, ulusal olmak onların hakkı, bizim hakkımız değil. Ama sen de olsana yahu! Bugün Fransa, Almanya, İngiltere yeryüzü kapışmasında birbirini yiyor.
Biz birikmiş tembelliğimizin mahkumuyuz. Kimsenin mahkumu değiliz. Kendi kendimizi bu hale sokmuşuz.

Yasemin: Dağlarca, “Toplumculuk olmazsa şiir de düz yazı da yazılamaz, bakmayın günün modalarına” diyorsunuz.

Dağlarca: Elbette. Zaten her şiir bir nevi ulusal kendini korumaktır. Dilinin ve ülkesinin korumasıdır. Bilinçaltında yahut da düşüncenin bizim farkında olmadığımız ileriki bakışlarından ötürü. Okumak yetmez, yeryüzünü görmek lazımdır.

“Toplumdan uzak yanım, toplumun kendinden uzak yanıdır.”

Yasemin: Dağlarca, bir toplumcu yanınız bir de toplumdan uzak yanınız var.

Dağlarca: Toplumdan uzak yanım, toplumun kendinden uzak yanıdır. Paradoks gibi görünen bir şey, doğrudur. Şunu anlatıyor: Toplum öylesine bilinçsiz ki kendi bilincinin bile, kendi varlığının bile farkında değil. Mesela Türk olduğunun, ayrı bir yapının, ayrı bir kişi uygarlığının sahibi olduğunun farkında değil. Bence uygarlıklar önce kişi uygarlığından başlar. Bu uygarlık bir yapı yapmak, bir tren yolu yapmak, ileri bir makine yapmak değildir. Bu uygarlık, görmüş geçirmişliktir. Bizim ulusumuz tarih boyunca en büyük coğrafyayı yaşamış bir ulustur. Orta Asya nerede, Anadolu nerede, hatta Avrupa’nın ortaları nerede? Biz Allah’a şükür bu coğrafyayı yaşamışız ve gövdemizin, usumuzun bilinçaltına o coğrafyayı katmışız. İşte bizim bizden koparılmaz üstünlüğümüz budur. Eğer ben gittiğim, gördüğüm bütün ülkelerde el üstünde tutulmuşsam -bunu gururla söylüyorum- hiçbirinden geri olmadığımı, birçok yerimin onlardan ileride olduğunu gözleriyle görmüşseler, bu, coğrafyanın bendeki yansımasıdır. Her Türk bence başka uluslardaki insanlardan farklıdır. Çünkü bizim gözlerimiz daha çoktur. Onların ikiyse bizimki üçtür, beştir, ondur, kırktır. Seçilmiş bir ulusuz. Şundan övünç duyarım; hiçbir dilden, hiçbir kavram hiçbir anlam katmadan Türkçemize onlarda olmayan anlamları, kavramları getirmiş, yaratmış, sunmuşum. Benim birçok dizem bütün Batı dillerinin hiçbirine çevrilemez. Bunu bana çevirmenlerim birçok kez söylemiştir. Söylenebilir ama ben şu kadar söylemişim, onlar bu kadar cümlelerle söyleyebilirler. Örnek: Hoo’lar kitabında bir dizem var:

İnsanlar insanlar geçer kapından/ Bir gece sevmişsindir. Bu ‘sevmişsindir’ sözü hiçbir dilde yok. Söylenebilir. Ama dediğim gibi; beş on kelimeyle. Türkçemizin bu zenginliğini ben duymuşumdur ve saklamışımdır şiirlerimle.

“Bir sözcüğün daha Türkçesini bulsam neredeyse pencereye bayrak asacağım.”

Yasemin: Siz dil konusunda hiçbir sıkıntı çekmediğinizi Türkçe’nin bunun için çok elverişli olduğunu söylüyorsunuz.

Dağlarca: Tabii. Ben eserlerimi çoğaltarak bunların gözüne soktum. Her zaman da sokmuş olacağım. Ben öyle kitaplar yazdım ki son zamanlarda, içinde yabancı sözcük yüzde 5’e indi. Ben bu işe başladığım zaman yüzde doksandı.

Yasemin: Yüzde 100 olacak mı?

Dağlarca: Eğer Allah bana on sene daha ömür verirse olur. Ama bunu sevmiyorlar ki yapsınlar. Bir defa kafaları sevmiyor bu işi. Halbuki ben, bir sözcüğün daha Türkçesini bulsam neredeyse pencereye bayrak asacağım. Öyle seviniyorum.

Mesela Delice Böcek kitabıma şöyle başlıyorum:

“Sayrı idi eşin kodun yuvada
iki yavrun iki ağlaşırkene ”

Orada sayrı kelimesini öyle koydum ki, artık kimse bu kelimeye yabancılık duymamalı. Çünkü eş kelimesinin verdiği sıcaklığın yanına koydum ki, o sıcaklıkla beraber sayrı sözcüğü yerleşsin. Ben buralarda çalışıyorum. Delice Böcek başlıyor yürümeye, taşları mezarları çiğneyip İzmir’e varıyor, 9 Eylül oluyor, İzmir kurtuluyor. İşte bu büyük bir kitaptır ve hiçbir ulusun destanı, şiirleri bu düzeye kadar çıkmamıştır. Burada vur kır yok, kasatura yok. Asıl kurtuluş budur. Sonra ben ‘Bağımsızlık Savaşı’ kitabımda bir yere kadar Osmanlıca yazdım, orada iyice dile hakim oldum sonra öz Türkçe yazdım. Sakarya savaşlarında Türkiye şunu kazandı demek istiyorum: Burada eski dili attık, yeni dile kavuştuk, milli varlığımıza kavuştuk. Ama bunu hangi yazar gördü? Hiçbiri. Bir de eleştirmenler yapay kişiler, zaten bilgisiz, sabırsız, bu kadar kitabı okur mu herif?

Yasemin: Orhan Burian farklıydı sizin için.

Dağlarca: Orhan Burian hayatımda gördüğüm beni ilk anlayan.

Yasemin: Ama son değil?

Dağlarca: Son değil çok şükür ki. Çünkü o öldü gitti. Son değil ama o adam bana mektup yazdı kendiliğinden beni buldu. Bana ‘bir elin nesi var iki elin sesi var’ın tadını yaşattı. O yüzden onu her zaman sevgiyle anarım. O da beni her zaman çok iyi değerlendirdi. Hatta dedi ki benim için, ‘Dağlarca haşmetle Türk edebiyatına girdi’ gibi yazılar da yazdı. Adam Londra’da yetişmiş, hatta öyle bir adamdı ki, öyle bir İngilizce biliyordu ki, Londra’da iken -onun arkadaşları bana söyledi- en eski İngilizce sözcüklerin tarihini ondan sorarlarmış, o bulur çıkarırmış arşivlerden. Öylesine çalışkan bir adamdı. Gözleri de bozuktu o yüzden, çok kalın gözlükleri vardı. Zavallı 40 yaşında apandistten gitti.

Yasemin: Ondan sonra sizi en çok anlayan kimler var?

Dağlarca: Çoğaldılar vallahi şimdi. Allah’a çok şükür ki beni anlayan seven çok kişi var. İzleyen, röportaj yapan kişi var. Özel sayılar yapan 20-30 dergi var. Çoğaldı.

Dağlarca: Hüsniye Hanım’ın söylediğine göre ben hala yakışıklı bir adammışım. Ben kendimi göremiyorum. Ama zaten kendimi hiç tanımam, bir şey söylesem gülersiniz. Bir gün, bundan 10 sene önce falan, Migros’un olduğu caddede yürüyorum, baktım vitrinde bir adam, yeşil gözlü, gayet temiz pak giyinmiş bir adam, “Ulan bu adam kim” diyorum? Arkama baktım kimse yok. Allah Allah, biraz daha yürüdüm, gene adam yürüdü camdan. Ulan ben miyim yoksa dedim? Benmişim meğerse.

Yasemin: Hay Allah!

Dağlarca: Vallahi billahi. Ben traş olurken aynada yalnız o yanağa, bu yanağa, bıyıklara bakar ve keserdim. Hiç kendime bakmam.

Yasemin: Kendinizle tanışmanız epey geç olmuş!

Dağlarca: Geç, on sene evvel, vallahi billahi. Samimiyetle söylüyorum. O adamı tanımadım, kim bu dedim. Vallahi inan, yeminle söylüyorum. Bu kim diyorum ya! Baktım kimse yok. Allah Allah. Gözlerimi gördüm, meğerse yeşilmiş. Hala bilmem nasıl?

Yasemin: O gün bugün hala yeşil Dağlarca, değişmemiş!

Dağlarca: Değişmemiş. Neyse.. Ben o zaman dedim ki, iyi bir şey ama pek de ilgilenmedim. Ne olacak, insanın asıl içidir güzel olan; huyudur, ahlakıdır, vefasıdır, insanlığıdır. Budur insanın güzelliği. Yoksa kaşınla gözünle alakadar bir şey değildir.

Yasemin: Tabii, kendinize gelince öyle diyorsunuz Dağlarca. Oysa gençliğinizde çirkin kadınların elini bile sıkmadığınızı söylemiştiniz bana. O günler geçti şimdi günah çıkartıyorsunuz. (Gülüşmeler)

Dağlarca: Eee ben kadın için söylemedim ama. Ben kendim için söyledim. Kadın deyince Bak Allah onu öyle yaratmış . Kadını yaratırken Allah daha itinalı yaratıyor. Çocukken bile daha başka türlü oluyor, büyümesi başka türlü oluyor. Babası her şeye rağmen erkek çocuğu sevse bile kız çocuğunun yerinin başka olduğunu hissediyor. Kadın bir geleceğin gömüsü olduğunu hissettiriyor, erkekte bu yok. Bu yaşta bile çocukta bir annelik kokusu vardır, bir doğurmak (üstüne basa basa söylüyor doğurmak sözcüğünün) güzelliği vardır. Erkekte bu yok. Erkek şey gibi, seyyar süzeğe benzer, eğilir şerbet verir ya, ona benzer; ama kadın öyle değil. Hele kız çocukta böyle, 10 yaşından itibaren göğsündeki o kımıldama var ya, o kızı birden bire büyütüyor.

Dağlarca: Canımı almayacaksın değil mi? Canıma kadar geldin.

Yasemin: Canınıza tak mı dedim Dağlarca?

Dağlarca: Canıma tak dedin. Güzel tabir. Güzel deyim. Hadi sorun?

Yasemin:Karşılığında bir yaşama verilmemiş her şey değersizdir’ diyorsunuz.

Dağlarca: Evet. Bunu ben her zaman söylerim. Bu benim ana sözlerimden biridir. Başarının tek anahtarı budur. Ben günde iki saat piyano çalıyorum demek, ben piyanoyu biliyorum demek değildir. Bunu kendine ikinci yaşama edineceksin. Demiş ya bir müzisyen: Bir gün çalışmasam ertesi gün ben anlarım. İki gün çalışmasam dinleyicilerim anlar, üç gün çalışmasam halk anlar. Onun için her gün çalışmak zorundayım.

“Ben bir öğrenciyim. Şiir öğrencisiyim.”

Yasemin:Sevgidir evrenin başını döndüren/ öpüşmese bir güncük/ duruverir gökyüzü”

Dağlarca: Bu onun çok edebi biçimde söylenişidir. Son sorunuzu sorun.

Yasemin: Son sözü siz söyleyin.

Dağlarca: İnşallah, son yirmi senenin içine bastım. (Gülüşmeler) Buna rağmen emin olun ben her gün yeniden işe başlayan yine de koca bir mermerden adam çıkarmaya uğraşan birisiyim. Ben bir öğrenciyim. Şiir öğrencisiyim.Bir şiir yazmıştım ‘dev’ diye. Dev derken Türk halkını kestettim. Kafasına vursan da uyanmıyor, morfin vursan da uyanmıyor. Uyanmıyor. Hele namussuz Batı’nın son kuralları: Ne diyor, Türkiye Atatürk’ün resmini asmayacakmış. Ulan köpek, Fransa’da adım başı Napolyon var be. Abideler bin tane. Onu niye tutuyorsun sen orada. Napolyon kim? Kalleşin biri. Evvela gelmiş devrimin subayı olarak, sonra devrimi ayaklar altına almış Cumhuriyet kurmuş bir köpek.

Şu satırla bitireyim. Yine benim bir dizem:

Göz görmediğinin büyümüşüdür.

RÖPORTAJ: YASEMİN ARPA
KAYNAK:NTVMSNBC

İNSAN NASIL ÖLEBİLİR,YAŞAMAK BU KADAR GÜZELKEN?


76 yıldır şiir yazan ve bunu Allah’ın ona verdiği tebessüm olarak gören, Türkiye’nin büyük şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca, zatürre tedavisi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi.
Şiirin son çınarı devrildi. Türk edebiyatının en çok eser veren şairlerinden olan Fazıl Hüsnü Dağlarca, İstanbul’da yaşamını yitirdi. Bir süredir tedavi gördüğü hastanede vefat eden Dağlarca, 94 yaşındaydı.

26 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen Dağlarca, ilk öğrenimini Konya, Kayseri, Adana ve Kozan’da, orta öğrenimini Tarsus ve Adana’daki ortaokullardan sonra girdiği Kuleli Askeri Lisesi’nde tamamladı. 1935 yılında piyade subayı olarak doğu ve orta Anadolu’nun, Trakya’nın pek çok yerini dolaşan Dağlarca, ordudaki hizmeti 15 yılı doldurunca ön yüzbaşı rütbesiyle 1950’de askerlikten ayrıldı.1952-1960 yılları arasında iş müfettişi olarak İstanbul’da çalışan Dağlarca, buradan ayrıldıktan sonra İstanbul Aksaray’da kitabevini açtı ve yayımcılığa başladı. 4 yıl “Türkçe” isimli aylık dergiyi çıkaran ve ilk yazısı 1927’de Yeni Adana Gazetesi’nde yayımlanan bir hikaye olan Dağlarca, İstanbul Dergisi’nde 1933’te çıkan “Yavaşlayan Ömür” adlı şiiriyle adını duyurmaya başladı.Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılapçı Gençlik, Yeditepe ve Türk Dili dergilerinde şiirleri yayımlanan Dağlarca, 1967’de ABD’deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından “En iyi Türk Şairi” seçildi.Türk şiirinin duayenlerinden Dağlarca, 1970 yılında kitabevini de kapatıp kendisini tümüyle şiire verdi. Bu dönemden sonra çoğunlukla çocuk şiirleri yazmaya başlayan Dağlarca, Türk şiirinin en üretken şairlerindendi.
60’tan fazla şiir kitabı bulunan Dağlarca, hem Türkiye’de hem de uluslararası düzeyde birçok ödüle layık görüldü. Bir çok kitabı yabancı dile çevrildi. Toplumculuğunun temelinde insana ve insan hayatına saygı yatan Dağlarca, çok yazan ve üreten bir şair kimliğiyle, bağımsız kalarak hiçbir şairden etkilenmemiş, hiçbir akımın etkisinde kalmayarak şiirlerini yazmıştı.

13 Ekim 2008 Pazartesi

‘Contemporary İstanbul’

Contemporary İstanbul Sanat Fuarı, 16-19 Ekim tarihleri arasında sanatseverlerle buluşacak. Bu yıl üçüncüsü düzenlenen fuar, İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı Rumeli Salonları’nda gerçekleşecek.

Geniş bir katılımla 90’ı yabancı, 148’i yerli 238 sanatçının eserlerinin yer alacağı ‘Contemporary İstanbul Sanat Fuarı’nı, bu yıl 50 bini aşkın kişinin ziyaret etmesi bekleniyor. Sanatçıların resim, heykel, fotoğraf, enstalasyon, video art ve dijital sanat eserine ev sahipliği yapacak fuar bünyesinde bu yıl, özel bir proje olarak yurt dışından gelecek sergilerin yanı sıra “International Video Screening” adı altında farklı ülkelerin sanatçılarının videoları izleyicilerle paylaşılacak.
Akbank Private Banking sponsorluğunda gerçekleştirilen Contemporary İstanbul’da eserleri sergilenecek sanatçılar arasında ünlü sanatçı Burhan Doğançay da olacak.

TÜRKİYE’NİN EN DEĞERLİ ÇAĞDAŞ SANAT ESERİ
Fuarda, Doğançay’ın son dönemde yaptığı bir eseri de bugüne kadar Türkiye’de görülmüş en yüksek değerdeki çağdaş sanat eseri olarak, 1 milyon dolar bedelle satışa sunulacak.Dünya çapında tanınan isimlerin eserlerini de Contemporary İstanbul’da görmek mümkün olacak.
Andy Warhol, Gerhard Richter, Sam Francis, Sigmar Polke, Alen Jones, Tom Wesselman, Tony Cragg, Mayumi Okabayashi, Mike Berg gibi dünyaca ünlü sanatçıların yanında Semiha Berksoy, İnci Eviner, Kezban Arca Batıbeki, Ahmet Elhan gibi sanatçılar etkinlikte yer alacak isimler arasında bulunuyor.

GENÇ KOLEKSİYONERLERE EĞİTİM VERİLECEK
Contemporary İstanbul kapsamında sanatseverler için 4 gün boyunca gerçekleştirilecek davetlerin yanı sıra Sotheby’s Art Institute tarafından genç koleksiyonerlerin eğitimini hedefleyen bir seminer de etkinlik programı içinde yer alıyor.

KAYNAK:NTVMSNBC
BU AŞK,BU ŞEHİR,BU KEDER

1.
hoşça kal ayak izim
serseri sokaklarda
hoşça kal
kendine bir başka
gökyüzü büyüten
kardeşim
gece feneri
hoşçakal kal çaldığım
Islık
söylediğim türkü
doludizgin karlarda.
hoşça kal
annemin
yüzü
hep beyaz yaşmaklı
sırı dökülmüş bir yalnız
aynada.
hoşça kal
dolunayın
altında
ıhlamur ağaçlarına
kazıdığım
şey
hoşça kal uzaklarda yanan
anızların parıltısı hoşça kal.

2.
bir gün gelecek bu gün de
bir anı olacak nasılsa
oturduğumuz bu masa
bu kum saati, bu rüzgar, bu eski
komodin
bu kırık
sandalye
bu kelepir yürek
bu aşk
nasılsa.

3.
hoşça kal ayak izim
serseri sokaklarda
hoşça kal
yarım kalmış
duvar yazıları
hoşça kal
bir gün gelecek
akacak yeraltı suları
hoşça kal
yakut, bezirgan, gön
hoşça kal eski zaman
aktarları
gidiyorum
bu şehri bu yağmuru
bu düşleri
bu aşkı bu kavgayı bu kederi
size bırakarak.


BEHÇET AYSAN

28 Ağustos 2008 Perşembe

AŞKA DURAN ŞAİR İLHAN BERK

Cahit Sıtkı’nın “Her mısrada bir cigara yaktırıyorsun” dediği, Necatigil’in “Şirimizin uç beyi” diye tanımladığı, Mehmet Fuat’ın “Elini sürdüğü şeyi şiire çeviriyor” diye andığı ozan İlhan Berk, şiirini, kendisinden 64 yaş genç aşkını ve Bodrum’u anlattı

Bir gün Eleni geliyor
Bir sokaktan ilk defa deniz görünüyor

Cahit Sıtkı Tarancı şiiriniz için ‘Her mısrada bir cigara yaktırıyor’ demiş. Ben de şiirlerinizi okuduğum zaman çok heyecanlanıyorum. Ama sigara içmediğim için de ne yapacağımı bilmiyorum. Ne tavsiye edersiniz?

Çok güzel... Şimdi çok ilginç bir şey o. Bir şairin halinden, bir şair daha kolay anlıyor. 1955’ler yahut 57’ler olabilir. İstanbul’da, Beyoğlu’nda, Salah Birsel’le dolaşıyorum. Cahit Sıtkı’ya rastladık; ben tanımıyorum onu. Salah Birsel beni tanıttı. Adımı söyleyince birdenbire dedi ki, “Kardeşim, sen her mısrada bir cigara yaktırıyorsun.” Bu çok önemli bir şey. Bunu bir şair kavrayabiliyor. Demek ki o zamana kadar yazılan şiirlerde -hâlâ da öyledir ya- bir şiir, bir mısra arka arkaya gelir. Benim o zaman bulduğum teknik ki onu Fransa’da çok sevdiğim Apollinaire diye bir şair vardı, onda fark ettim, dizeleri arka arkaya getirmiyor; aralara boşluklar bırakıyor, atlaya atlaya gidiyor. Benim tekniğim yeniydi. Bu teknik Cahit Sıtkı’yı ilgilendirmiş.

Beyazdı. Beyaz bir su, kocaman, eski
Düşendim ben öpüşünün balkonların-
dan. Vurmuş göğüme yatıyordu Çılgın.

Şiiriniz çok heyecanlandıran ve şaşırtan bir şiir.

Şiir şaşırtmalıdır derim, doğal olarak. Tabii heyecanlandırmalı da. Okur için ve benim için bu önemli bir şey. Bu kolay değildir; bir şiirin heyecanlandırması... Böyle bir şiir yazmak gerekiyor. İlk anda ben şiirimin şaşırtıcılığına inandım. Şaşırtan şiirleri yazmaya çalıştım. Şimdi de doğal olarak devam ediyorum. Şiirin öyle yerleri olmalı ki, okurken bile şiire bombalar sıralamak gerek. Yani öyle bir tekdüzelik değil de birdenbire bir yerlere atlamalı. Birdenbire şiir kendini değiştirmeli, birdenbire okuru şaşırtmalı.

Böyle söylediğinizde şiiri ‘us’la yazılan bir şeymiş gibi algılamak gerekiyor. Ama şiirde ‘us’u dışlamaktan yanasınız. Bu bir çelişki değil mi?

Usun şiirdeki yeri benim gözümde çok azdır. Çünkü usun girdiği yerde heyecan, şaşırtma pek olmaz. Şiir şaşırtmalı dediğim zaman usu bir kenera atalım demiyorum. Gerektiğinde kullanıyorum usu. Çünkü us girdiği zaman her şey anlaşılır oluyor. Diyelim bir Orhan Veli şiirini okuduğunuz zaman baştan sona anlarsınız ilk ağızda. Ben böyle bir şeyi düşünmüyorum. Şiir ikide bir şaşırtmalı, düşündürmeli diyorum.

Şair İlhan Berk’i neler şaşırtıyor?

Gittikçe şaşırtan şeyler azalıyor benim için. Bu kadar yaşayınca... Şaşırtan şeyleri arıyorum. Yaşlı bir şair var, çok seviyorum şiirlerini, kapalı bir şiir. Yakınlarda öldü; bir kaç yıl önce. Bir lafı var, diyor ki; “Şairin hiçbir şeyi yoktur. Bir ünü vardır. O da ohhoooooooo...” Öyle. Şimdi, 1994’te Fransa’da kitabım çıktı. 95’te İspanya’da kitaplarım çıktı. Son olarak yine İspanya’da 4. kitabım çıktı. Geçen yıl da Amerika’da bir kitabım çıktı; seçme şiirler. İspanya’da çıkanlar; seçme şiirler. Ekim’de de seçme şiirler İngiltere’de çıkacak. Ne diye anlattım bunları sana?. Haa... Şimdi Almanya Heidelberg’e çağırdılar beni. Sonra da Hamburg’a da gideceğim.

Şiirlerinizin Türkiye dışında çevriliyor ve okunuyor olması neler hissettiriyor?

İspanya’da tanınıyorum. Şairlerin hayatı hep böyledir, kim okur, kim sever bilmezsiniz.

Böyle bir merakınız vardır ama...

Şimdiye kadar olan merakımdan biliyorum ki kitaplarım oralarda tekrar basılmıyor. Bir İngiliz için bir Alman için bir İlhan Berk kimdir? Orada kitap çıkıyor, belki bir yirmi kişi ilgileniyor.

Şair İlhan Berk’i nelerin şaşırttığını konuşuyorduk...

Azaldı... İlgi alanlarım azaldı çünkü. Bütün ilgiyi şiire gösteriyorum. Ondan başka birşeyle ilgilenmiyorum.

Sizin şiirinizde beni çarpan, etkileyen şeyin ne olduğunu düşünürken şu sonuca vardım. Siz ‘Nesne öznesine karşı gelmesini bilmeli’ diyorsunuz. Çok etkilendiğim, nesnenin özne yerine geçtiği dizeleriniz var:
Gece burada uyuyor.”
“Güneş uzanırdı.”

Benim laflarım mı bunlar?

Kitaplarınızdan alıntı yaptım...
“Bir uyku, balkona yaslanıyor”

Müthiş!

“Yağmur, haritayı açıp nereden başlayayım diyor.”
“Bir ağaç öne çıkıyor, bir şey söylemek istiyor.”
“Dolaşmaya çıkmış deniz kıyısı kendine yeni yerler arıyor”

Çok ilginç!

Unutuyor musunuz şiirlerinizi?

Bunları faksla bana. Unutma. Sizi alıp götüren bir şey özne. Ama öznenin ikide bir nesnenin önüne çıkması kullanılmasından rahatsızlık da duyuyorum. Özne yer değiştirmeli nesneyle. Öznenin başa geçmesini geciktirmeliyiz. Böyle bir şiir yapısı içinde zikzaklar oynayabilsin istiyorum.

Şaşırtıcılığı sağlayan şeylerden biri de bu sanıyorum.
Böyle bir boşluk da isterim. Aransın biraz diye. Ne demek istiyor bu adam diye...

Şiiriniz üzerine düşünürken şiirinizi masalsı bulduğumu da söylemeliyim.
Masalsı mı?

Evet masalsı ve sözcüklerinizin uzun gölgeleri olduğunu düşünüyorum.
Çok güzel. Boş kağıt var mı, yazsana oraya bu söylediklerini.

Yazdım.
Verir misin onu bana? Evet. Sözcükler üzerine yazıyorum da bunu orada kullanabilirim

Benim gölge olarak düşündüğüm, imgeler ve çok anlamlılık olabilir mi?
Bir okuyuşta kendini bitiren bir şiir değil... Öyle bir şiir yazdığımı sanıyorum. Tabii öyle şiirlerim de var. Bugün öyle düşünüyorum daha çok.

“Atımı istedim evin göğü gerindi” dizenizi okuduğumda, göğün çatısı benmişim de çatırdıyorum gibi geldi bana...
İlginç tabii. Mehmet Fuat çok severdi bu dizeyi.

Çağlar arasında mekik dokuyan bir şiir aynı zamanda sizin şiiriniz. “Unutmak yoktu, daha zaman bölünmemişti. Saydamdı, baktı mı görülürdü” diyorsunuz.
Daha çok “Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum” kitabından.

Bazı dizelerinizi hayatımızla ilgili bir kilidi açabilecek güçte buluyorum. Bu o kadar çok ki sizde. Sizin de bazı sözlerinizi ve şiirlerinizi anımsamadığınızı görünce?.. Birden çok kişinin yaşamı var sanki sizde.
Güzel bir şey bunları görebilmeniz. Şair, köktenliği arıyor. Büyük bir kavrayışı yakalamak istiyor. Yeryüzünden böyle bir şeyin geçişini yakalamak istiyor. Çağı geçiyor mesela, o çağı yakalamak istiyor şair. Şimdi, Lizbon’dayım, Pessoa’nın yaşadığı kahveye gittim. Pessoa’nın yanında oturuyorum. Onunla çay içiyorum. Sonbahardı ama güneşli bir gündü. Bir kadın paltoyla geçti, müthiş giyinmiş. Heykele baka baka geçti. Birden ‘Bu kadın Pessoa’nın sevgilisi olabilir’ diye düşündüm.

Neden?
Bilmiyorum. Çünkü dünya Lizbon denilen bir kenti öğreniyor. Bir adam var, “Lizbon’da yaşamıştı” deniyor ve şiirleri yayılıyor. Bu çok hoşuma gitti benim. Orada bir kenti temsil ediyor adam. O kahveye gidermiş her zaman. O kahveci de onun heykelini yaptırmış.

Şiir dışında nelerle ilgilenmek isterdiniz?
Şiir dışında hayatla ilgilenmek isterim. Çok kadınlar sevdim mesela. Şimdi de birini seviyorum. Başka birisini de görmüyorum mesela, böyle bir şey.

Dururum herhalde aşka, herhalde oraya
Birisini severken başka birisiyle de mi heyecanlanmayı istiyorsunuz?
Şimdi artık heyecanlandırmadığını görüyorum. Bir değişiklik bu tabii ki. Çok değişik bir şey görmüyorum. Çok kalabalık bir şeyin içinde yaşıyorum. Neyse...

Mario Luzi’nin “Zaman ki aynı kılar her şeyi” sözünü kullanmıştınız Kült Kitap’ta. Farklı yaşlarda aşkın yaşanmasına dair farklılıklar da oluyor mu?
Tabii, tabii... Benim hayatımda aşk hiç eksilmedi. Şimdi de 24 yaşında bir sevgilim var. Başka bir şey pek ilgilendirmiyor beni. Bu ne demek? Azalıyor demek. Birisinin üzerinde toplanıyor bu. Yaşla belki böyle bir şey oluyor. Ama pek olmazdı eskiden.

Odaklanma mı?
Odaklanma, evet. Hayat beni şaşırtmıyor dediğim zaman bunu söylemek istedim.

Bu enerji ile ilgili olsa gerek?
Enerji... Beni hep bir insan ilgilendirmiştir, çarpmıştır beni. Kitaplarımın çoğunda bunları yazmışımdır.

Siz şiirde de erotizmden değil, tutkudan yana tavır alıyorsunuz değil mi?
Evet.

DEVRİMCİDİR KADIN, MÜTHİŞTİR

Bir söyleşinizde aşk için “Bu bilinen bir şey değildir. Biliyormuşuz gibi davranıyoruz” diyorsunuz. Sizce, üzerinde bu kadar çok konuştuğumuz, kafa yorduğumuz, kütüphaneler dolusu kitap yazılmış bir konu olan aşk, niçin hâlâ bilinemez bir şey?
Evet. İyi bir laf etmişim; biliyormuşuz gibi davranıyoruz demişim. Hakikaten bilinen bir şey değil aşk. Evvela şu çok önemli; aşkı bilmiyoruz başımıza geliyor aşk. Çarpan bir şey. Yani birisine rastlayacağım, ilişki kuracağım diye düşünemezsin. Bu birdenbire çarpıverir. Aşkın bütün benzersizliği, büyüklüğü; başa gelen bir olay olmasındandır. Tak diye geliyor. Hesaplı, düzenli bir iş değil, anlatabiliyor muyum? Devrimcidir kadın, müthiştir, insanı değiştiren bir şeydir. Hayatını altüst ediyor; büyük bir şey.

Gövdenin hâlâ özgürlüğe kavuşamadığından ve tarihin insan gövdesini sevisel bir varlık olarak görmek istemeyişinden söz ediyorsunuz. Şairler herhalde bu konuda en az tutucu davrananlardır...
Aşka kapalıdırlar diye mi düşünüyorsunuz?

Hayır, tam tersini düşünüyorum.
Evet. Ortaçağ kapatmıştır bazı şeyleri. Aşk çok büyüktür. Kadını yüce bir varlık olarak görüyorum. Devrimcidir kadın. Bu varlığın görülmemesi anlaşılır bir şey değil.

KADINI EN İYİ ŞAİRLER ANLAMIŞTIR

Bazı insanlar, şairler ve yazarların aşka ve çoğul ilişkilere daha açık, onların bu konudaki enerjileri daha yoğun olduğunu düşünür. Sizce?
Şimdi şu söylenebilir. Kadını, en iyi şairler anlamıştır diyebilirim. Kadın üzerine, aşk üzerine o kadar duruyor ki şairler; haklıdırlar. Yüce bir şeydir. Büyük bir şeydir demek istiyorum.

Bu dünyada bir senin yalnızlığına vardım

Arif Damar’la söyleşimizde Dağlarca ile aralarında geçen şu konuşmayı aktarmıştı: Arif Damar, Dağlarca’ya “Şairden iyi sevgili olur, iyi koca olmaz” diyor. Dağlarca da “Şairden iyi sevgili de olmaz iyi koca da” diye yanıtlıyor.
Ben kötü bir koca olduğumu sanmıyorum ama doğrudur söyledikleri. Mesela benim karım çok iyi bir insandı. Beni müthiş beslemiştir. Düzeltmiştir beni. Ben de ona karşı tabii kendimi şey yapıyorum... Ama bir yerde şöyle bir şeye giriyorsunuz. Mesela diyelim ki özel olarak karım için yürürdük Bodrum’da. Beraber yürümüş olmak... Fakat yolun bir yerinde bakıyorsunuz ki yine kendini dalmış olarak bulursun. Bunu fark ediyordu, kırılmıyordu. Böyle bir şey var. Şair çok kendine bağlı bir adam. Ben mesela şöyle demiştim karıma: “Bak” dedim; “evvela benim şiirim var. Sonra sen, sonra oğlan var.” Bütün hayatımda bu gerekçeyi uyguladım. Bu tabii bir kadına karşı söylenilir laf değil. Gerçek bu. Buradan ne çıkartırsanız çıkarırsınız.

Bu eşiniz Edibe Hanım’ın da kabul ettiği bir şey.
Çünkü bir adamı sevmiş. Ondan bir çocuğu var.

Bir şair olarak siz hangi şehirle ilişkilendirilmek, anılmak istersiniz?
İstanbul olmasını yeğlerim. İstanbul büyük bir şehirdir. Beni çarpar, şaşırtır. Her an, her sokak, her dönemeç şaşırtır insanı, düşündürür. Öyle bir kent yeryüzünde çok az vardır. O yüzden İstanbul’u çok severim.

Ama Bodrum da yaşıyorsunuz?
Bodrum’da yaşıyorum, evet. Benim yazı evimdir Bodrum. Yazı odamdır. Pek ilişkim yoktur kentle. Başlangıçta biraz vardı. Şimdi buraya kapanıyorum, burada çalışıyorum.

Hâlâ bitirdiğinizi düşündüğünüz şiirleri sokaklarda okuyor musunuz?
Her bitirdiğim şiiri genel olarak kendi kendime okurum dışarıda.

Kendi şiirleriniz ezberinizde kalır mı?
İlk yazdıklarım hep kalır. Bir defa şiir bende tam olarak çıkar, yani ezberimdedir şiir. Sonra unutuyorum tabii.

Bir çırpıda dilinize gelen, ezbere söyleyebileceğiniz bir şiiriniz var mı?
Ezbere hiçbirini söyleyemem. Son yazdıklarımdan az buçuk söyleyebilirim ama parçalanmış olarak. İki dize okuyabilirim: “Ben durdum / yol yürüyordu.”

Genç kuşaktan kendinize ‘akraba’ gördüğünüz şairler yok mu?
En çok sevdiğim Sina Akyol. Gonca Özmen, Haydar Ergülen, Birhan Keskin, Gülten Akın... Sevdiğim şairler çok var yani...

Yeni şairler keşfetmeyi seviyor musunuz?
Yeni şairler tabii şiirlerini gönderiyorlar. Bakıyorum kitaplara. Beni ilgilendirirse bazen telefon da ediyorum veya yazıyorum; ‘Şiirinizi sevdim’ diyorum. İlgilendirmiyorsa hiçbir şey göndermiyorum.

HER SÖZCÜK BİR FIRTINADIR

Akımlarla ilgili olarak, şu anda şiirde yeni bir akımdan, oluştan söz edilebilir mi?
İkinci Yeni hâlâ yaşayan bir akım olarak sürüyor. Ondan beri böyle değişik bir şey henüz yok. Her zaman da olmaz bu. Çağlar içinde mesela 18. Yüzyıl Fransız şiirinde ünlü şairler yoktur.

Bunu neye bağlıyorsunuz, toplumsal dönüşümlerle mi ilgili?
Bir şeye bağlamıyorum. Çağımızın çok değişik şairleri var. Çağı etkilemeyi sürdürüyorlar. Dünyanın her yerinde şiir yazılıyor. Bunların birçoğunu da okuyoruz zaten. Dünyada da yani gözümden Amerikan şiiri çok büyük olarak geçiyor. Fransız şiiri çok büyüktü, büyüklüğünü kaybetti. İtalyan şiiri için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Akımı tanımlarken, ‘Bazı ozanların çağa parmak kaldırmasıdır’ diyorsunuz. ‘Şiir horozu kaldırılmış bir tabanca gibidir’ diyorsunuz. Şiir bugün o güçte olmadığı için mi yeni akımlar ortaya çıkmıyor?
İlginç.


Sözcükleri kaldırın dünya durur” ve “Her sözcük bir fırtınadır, yalnız şiirde patlar...”
İlginç.


Bu dizeleri herhalde kendinizden geçme halinde yazdınız...
Epeyce yoruldum. Bilmiyorum cevaplayabildim mi... Şair kendine çekiliyor. İhtiyaç duyarsa ilgileniyor. Asıl sorun kendisi. Şair devamlı kendini kurcalar. Bütün derdi şairin kendisi, kendi sorunları. Onun dışında dünyayı bazen ıskalayabiliyor.

KAYNAK:NTVMSNBC.COM
RÖPORTAJ: YASEMİN ARPA 15 EYLÜL 2006

BÜYÜK ŞAİR İLHAN BERK'İ YİTİRDİK!



Edebiyat dünyasının acı kaybı... Ünlü şair İlhan Berk 92 yaşında prostat kanserine yenik düştü.

İlhan Berk, yaklaşık 1 haftadır prostat kanseri ve kronik böbrek yetmezliği şikayetiyle tedavi gördüğü Bodrum Devlet Hastanesinde kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle hayatını kaybetti.


40 yıl önce Bodrum’a yerleşen Berk, bir süredir Bodrum Devlet Hastanesi’nde prostat kanseri nedeniyle tedavi görüyordu. 19 Ağustos’ta durumunun ağırlaşması üzerine hastaneye yatırılan Berk, öğle saatlerinde yaşamını yitirdi. Berk, Cumartesi günü Adliye Camisi’nde öğlen kılınacak cenaze namazının ardından Türbe Mezarlığı’nda toprağa verilecek.

İLHAN BERK KİMDİR?

İlhan Berk, 1916 yılında Manisa’da dünyaya geldi. Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulu’ndan mezun olan Berk, Espiye’de 2 yıl ilkokul öğretmenliğinden sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne girdi.

Enstitünün Fransızca bölümünden 1944’te mezun olan Berk, 1945-1955 yılları arasında Zonguldak, Samsun ve Kırşehir’de ortaokul ve liselerde Fransızca öğretmenliği yaptı. Ankara’da Ziraat Bankası’nın yayın bürosunda çevirmenlik yapan usta kalem, 13 yıl sonra 1969’da emekli oldu.

Arthur Rimbaud ve Ezra Pound’un şiirlerini çevirerek kitaplaştıran İlhan Berk, Bodrum’a yerleşti. Berk, bu tarihten sonra kendini tümüyle yazmaya verdi ve bir anlatı kitabının dışında, yalnız şiir ve şiire ilişkin yazılar yazdı. Berk, modern dünya şiirinin iki büyük şairi sayılan Arthur Rimbaud ve Ezra Pound’un kimi şiirlerini de çevirerek kitaplaştırdı.

“YAZMAK MUTSUZLUKTUR”

İlhan, Berk, ilk şiirlerini Manisa Halkevi’nin dergisi Uyanış’ta 1935 yılında yayımladı. Berk, 19 yaşındayken “Güneşi Yakanların Selamı” adıyla kitaplaştırdığı bu şiirlerinde “hece vezni” kullandı. Bu eserler, o dönemin şiir anlayışına özgü bir karamsarlık taşıyordu. “Sonsuzluk”, “kızıl”, “hulya”, “ateş” en sevdiği sözcüklerdi. Şairin, sembolist şiirden esinlenilmiş izlenimi veren imgeler yapmayı sevdiği, “Bir karanlık gecenin masmavi seherinde/Kızıl başörtünle gül yüzlü bahçede görün” mısralarında görülüyordu.

İlhan Berk, 1940’lara doğru “Yeni Edebiyat” anlayışı içinde yer aldı. Servet-i Fünun (Uyanış), Ses, Yığın, Yeryüzü, Kaynak gibi dergilerde yazılar kaleme alan Berk, Türk şiirinin en deneyci şairlerinden biriydi.

Berk, 1979’da “Kül” ile TDK Şiir Ödülü, “İstanbul” ile 1980 Behçet Necatigil Şiir Ödülü, 1983’te “Deniz Eskisi” ile Yedi Tepe Şiir Armağanı’nı, 1988’de “Güzel Irmak” ile Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazandı.

Uzun yıllara yayılan şiirini eskitmeden bugüne değin taşıyan ve “mutlu insanın yazamayacağını” düşünen İlhan Berk, bir dizesinde şöyle seslenir:“Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz/Bu yeryüzünü olduğu gibi görmeme engel olan/Ve bana bu yeryüzünü cehennem eden/Bu yazmak eyleminden kurtulduğum, mutlu olduğum bir tek şey var: Resim yapmak...”

ESERLERİ:


ŞİİR:

Güneşi Yakanların Selamı (1935)

İstanbul (1947)

Günaydın Yeryüzü (1952)

Türkiye Şarkısı (1953)

Köroğlu (1955)

Galile Denizi (1958)

Çivi Yazısı (1960)

Otağ (1961)

Mısırkalyoniğne (1962)

Âşıkane (1968)

Taşbaskısı (1975)

Şenlikname (1976)

Atlas (1976)

Kül (1978)

İstanbul Kitabı (1980)

Kitaplar Kitabı (1981)

Deniz Eskisi-Şiirin Gizli Tarihi (1982)

Delta ve Çocuk (1984)

Galata (1985)

Güzel Irmak (1988)

Pera (1990)

Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum (1993)

Avluya Düşen Gölge (1996)

Şeyler Kitabı Ev (1997)

Çok Yaşasın Sayılar (1998)


DÜZYAZI:

Şifalı Otlar Kitabı (1982)

Bir Uzun Adam (1982)

El Yazılarına Vuruyor Güneş (1983)

İnferno (1994)

Kanatlı At (1994)

Logos (1996)

Poetika (1997)


ÖDÜLLERİ

1979 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü Kül ile

1980 Behçet Necatigil Şiir Ödülü İstanbul Kitabı ile

1983 Yeditepe Şiir Armağanı Deniz Eskisi ile

1988 Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü Güzel Irmak’la (Ferid Edgü ile paylaştı)

23 Temmuz 2008 Çarşamba

FETHİ NACİ HAYATINI KAYBETTİ!


1927 Giresun doğumlu olan Naci, yazarlığının yanı sıra edebiyat eleştirmenliği ile öne çıktı. Fethi Naci’nin ilk yazısı da bir ölüm üzerineydi.

Edebiyat dünyasında kayıp. Türk Edebiyatının önde gelen eleştirmenlerinden yazar Fethi Naci, İstanbul Cihangir’deki evinde bu sabaha karşı vefat etti.

Türk edebiyatının son 50 yılına damgasını vuran en önemli isimlerden biriydi Fethi Naci. Eleştiri kurumunu edebiyatımıza yerleştiren ve bu alandaki en yetkin imzalardan biri haline gelen Fethi Naci eleştirmen sıfatıyla yazarlar kadar çok okunan belki de tek isimdi.
3 Nisan 1927’de Giresun’da doğan Fethi Naci Kalpakçıoğlu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. 1940’lı yıllardan itibaren çeşitli gazete ve dergilerde öyküleri ve şiirleri yayınlanmaya başlandı. 1950’li yıllardan itibaren de eleştiriye yöneldi.
Çok sevdiği babaannesinin ölümü üzerine kaleme aldığı ilk yazısı 1943 yılında Erzurum gazetesinde yayımlanan Naci’nin Behçet Necatigil’in ilk kitabı “Kapalı Çarşı” üzerine yaptığı ilk eleştiri yazısı, 1945-46 kışında Aksu dergisinde yayımlandı.
1953’te babasının adını kendi adına ekleyerek, “Fethi Naci” adıyla yazmaya başlayan Naci, Dost dergisinin düzenlediği soruşturmada 1960’ın en beğenilen eleştirmeni seçildi.
1965 yılında gerçek yayınevi kurdu ve bu etiketle başlattığı “100 Soruda” dizisiyle kültür hayatımıza ciddi bir kaynak akışı sağladı.
En önemli eserlerini eleştiri alanında veren Fethi Naci’nin basılan kitapları arasında “100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme”, “Eleştiride 40 Yıl”, “40 Yıl, 40 Roman”, “Reşat Nuri’nin Romancılığı”, “Sait Faik’in Hikayeciliği”, “Yaşar Kemal’in Romancılığı” ve “Yüzyılın 100 Türk Romanı” sayılabilir. Usta eleştirmen “Bir Hikâyeci: Sait Faik-Bir Romancı: Yaşar Kemal” adlı eseriyle 1990 yılında Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü almıştı.
“Romanın da, romancının da işlevinin muhalefet olması gerekir” diyen Fethi Naci eleştiriye başladığı ilk yıllarda Marsçı estetikten etkilenmişse de işin sanatsal boyutunu da hep göz önünde tutmak gerktiği düşüncesine varmıştı. Cumhuriyet Kitap’a verdiği bir röportajda şunları söyleyecekti usta eleştirmen: “Bir gerçekliğe bağlı kalınması, gerçekliğin gösterilmesi gerektiğini söylüyorum. İkincisi edebiyatın işinin salt estetik işlevden ibaret olmadığını, bir de toplumsal ahlak yönü olduğunu söylüyorum. Ben ancak bunları söyleyebilirim, yoksa şöyle roman olur, böyle roman olur demek yanlıştır. Bizim hiç aklımıza gelmeyen bir yoldan da roman yazılabilir, o roman çok da iyi olabilir.”
Eleştiriyi kendi deyişiyle, “Edebiyata daha bir edebiyatça yaklaşmak, birtakım beylik lafların uzağında kalmak, daha nesnel değerlendirmeye çalışmak, iyi türkçe yazmak” gibi kriterlerle ele alan Fethi Naci hayat veda ettiğinde 81 yaşındaydı.
YAPITLARI
“Bir Hikayeci: Sait Faik-Bir Romancı: Yaşar Kemal” adlı yapıtıyla 1991 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülünü alan Fethi Naci’nin yapıtları arasında “İnsan Tükenmez (1956)”, “Gerçek Saygısı (1959)”, “Azgelişmiş Ülkeler ve Sosyalizm (1965)”, “Emperyalizm Nedir? (1965)”, “Azgelişmiş Ülkelerde Askeri Darbeler ve Demokrasi (1966)”, “Kompradorsuz Türkiye (1967)”, “100 Soruda Atatürk’ün Temel Görüşleri (1968)”, “On Türk Romanı (1971)”, “Edebiyat Yazıları (1976)”, “100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme (1981)”, “Eleştiri Günlüğü (1986)”, “Bir Hikâyeci: Sait Faik-Bir Romancı: Yaşar Kemal (1990)”, “Gücünü Yitiren Edebiyat (1990)”, “Roman ve Yaşam (1992)”, “Eleştiride 40 Yıl (1994)”, “40 Yılda 40 Roman (1994)”, “Reşat Nuri’nin Romancılığı (1995)”, “50 Türk Romanı (1997)”, “Şiir Yazıları (1997)”, “60 Türk Romanı (1998)”, “Kıskanmak (1998)”, “Sait Faik’in Hikâyeciliği (1998)”, “Yaşar Kemal’in Romancılığı (1998)”, “Yüzyılın 100 Türk Romanı (1999)” ve “Dönüp Baktığımda (1999)” yer aldı.
KAYNAK:ntvmsnbc.com

2 Temmuz 2008 Çarşamba

15.YILINDA SİVAS KATLİAMINI UNUTMADIK,UNUTTURMAYACAĞIZ!


33 can, 33 insan 15 yıl önce diri diri yakıldılar. Onlar, toplumun aydınlık yüzüydüler. Şair, ozan, yazar, kendi öz kültürlerinin temsilcileri ateşlerde kavrularak, dumanlarda boğularak katledildiler. Yüzyıllar önce Pir Sultan, dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin tüm halk kesimlerinin tepkilerini dile getirmiş, kardeşçe bir düzen için mücadele vermiş ve bundan dolayı da dönemin egemenleri tarafından katledilmiştir.33 canı diri diri yaktıranlar da egemenlerdir.
Emperyalistlerin ve uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda SGGSS yasası ile sağlık ve emeklilik hakkımızı satışa çıkaranlar, özelleştirmelerle, sigortasız, güvencesiz çalışma koşullarıyla hayatımızı zindana çevirenler, kölelik yasalarıyla işçi sınıfını örgütsüzleştirmeye, sendikasızlaştırmaya çalışanlar, hep aynı karanlık yüzlerdir.Bize, Sivas katliamını unutturmak isteyenler esasında bu gerçekleri unutturmak istiyorlar. Biz, katillerin karanlık yüzlerini unutmayacağız!
Sivas'ta katledilen şairlerimizin,ozanlarımızın,yazarlarımızın aydınlık yüzlerini unutmayacağız,unutturmayacağız...
Anıları önünde saygıyla eğiliyoruz...

1 Temmuz 2008 Salı

KATLEDİLENLER

Asım BEZİRCİ

1928'de demiryolu işçisi Hamdi Bey'le ev kadını Refika Hanım'ın tek çocuğu olarak dünyaya gelir Asım Bezirci. Üniversite yıllarında sosyalizmle tanışır. Türkiye Sosyalist Partisine girer. Refika Hanım hep bir denge isterdi. Sanki hassas bir terazi gibiydi. Asım Bezirci'ye "başkaldırı insanı" demek doğru bir tanımlama dedim. Şiddetle karşıydı. Kanımca, bunda sosyalizme yürekten inanmasının da etkisi var. Asım Bezirci, 67 yıllık yaşamına, bir insan ömrüne eşit uzunlukta 70 kitap sığdırdı. Sonuç ne kadar acı olursa olsun, yüreklerimizi ne kadar acıya keserse kessin, ölümü Asım Bezirci'ye yakışır biçimdeydi. Kalesini terk etmeyen komutanlara benziyordu. Gençliğe inanıyordu. Tercihi onlardan yanaydı. Ağız dolusu gülüşü, çoşkusu, kuralcılığı, kütüphane raflarında bile eleştiriyi sürdüreceğinden hiç kuşkunuz olmasın.

METİN ALTIOK

Metin Altıok bir sabah, 13 Haziran 1993 günü, on kitabını birden yere yayarak, eşi Nebahat Çetin'e imzalamaya koyuluyor. "Sende benim setim yok bulunsun" diyerek Sivas'ta katıldığı üçüncü şenlik oluyor. Nebahat Çetin, "Sen Sivas'lısın, Metin'i sağlam verdim, sağlam istiyorum" diyor Uğur kaynar'a... İkisi de dönemiyor Sivas'tan.. Üstünde kafa patlattığı konu, ölüm; kendi ölümü; karısının ölümü; "Önce sen mi öleceksin, ben mi öleceğim?" Bu tartışma saatler boyu sürüyor! "Ben ölürsem sen bana sahip çıkarsın" diyor karısına, "Sen ölürsen ben sızarım!" Sivas'tan sağ dönmüş olsaydı, intihar etmese bile, Metin'i alkol komalarından kurtarabilir miydik acaba? "Ben niye yaşıyorum, ben niye ölmedim" bu soruları hep soracaktı kendine, duyduğu derin acıyı bana da yaşatacaktı... Sivas'tan sağ çıkması, bir başka biçimde ölümü olurdu.
O Şair Bir Babaydı
Sevgili kızım Zeynep; diyerek, yaşamındaki yerini önemle vurguladığı kızı Zeynep Altıok, bugün şunları söylüyor babası için: Babam, ben sekiz yaşındayken hatıra defterime birşeyler yazmasını istediğimde oraya bir dize yazmıştı: "Gülüşün bir kuş olacak hep omuzumda". Onu 02 Temmuz 1993'te bir ortaçağ karanlığında kaybettim, kaybettik. Ardından birşeyler söylemek benim için çok zor. O sadece bir baba değil, şair bir babaydı çünkü. O, "Metin Altıok"tu.

DR. BEHÇET AYSAN

Behçet Aysan "Beyaz bir gemidir ölüm" adlı şiirini okuyorum.

Çünkü beyaz bir gemidir
ölüm
Siyah denizlerin hep
çağırdığı
batık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
Yitik adreslere benzer
ölüm
Yanık otlar gibi.

Sen bu şiiri okurken, ben belki başka bir şehirde ölürüm. Kır yaşamı gösterdi ki, direnen şairler soyundandı Behçet Aysan. Arkadaşlığın, kardeşliğin insanı Behçet Aysan'ın ölümü, direnen şairlerin ölümüne benziyor. Onun Vaptsarov, Joset, Petöfi için duyduğu derin acı ve kederi, bizim kendisi için duymamızın, mümkün mü? Behçet Aysan, yaşamı boyunca katıldığı demokrasi mücadelesinin güçlüklerini bilinçle göğüsleyen bir şairdi. Örgüt bilincinin sağlam bir örneğiydi. Yaşamının son döneminde Nükleer Savaşın önlenmesi için Hekimler Derneği'nde (NÜSHED) Yönetim Kurulu üyeliği yaptı, Ankara Tabip Odası ile Genel Sağlık - İş Sendikası üyesidir. Edebiyatçılar Derneği'nin kuruluşuna da katılarak Genel Yönetim Kurulu'nda yer aldı.

UĞUR KAYNAR

"Öldüğünde / doğduğum yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / işte böylesine yeniyorum."

Uğur Kaynar'dan geriye, askılı deri çantasının kalacağını; çantadan, üzerinde yukarıdaki dizelerin çiziktirildiği beyaz bir peçetenin çıkacağını; hayatıyla şiiri arasındaki trajik ilişkinin Uğur Kaynar'ın ölümünü anlamlandıracağını bilmiyoruz henüz.
"Uğur, hep tek başınaydı. Bilinçli olarak yanlız kalmayı isteyen, yanlız olmayı seçen bir insandı. Hep yalnızdı. Ve o yanlızlığını bir oya gibi işledi şiirlerine"
Uğur çok hüzünlü bir adamdı. Şiirlerinin teması sevmektir, sevdadır... Sevmeyen insanlara, sevmeyi bilmeyen, daha doğrusu öğrenemeyen insanlara yönelik, çok ciddi eleştiriler vardır. Her kitabı, yüklü bir hüzün anlatımıdır. Zorlu ve Kavgalı yıllar. Ülke, politik bir kaosu yaşıyor, Uğur Kaynar'ı da fazlasıyla etkileyen ve belirleyen politik mücadeleler dönemi. Sürekli içeri alınıp bırakılmalar... 12 Eylül döneminde, iki yıla yakın Mamak'ta yatan Uğur Kaynar, şiir yazmanın, Uğur için bir yaşama biçimine dönüşmesi de o yıllara rastlıyor. "İlk kitabının naif, çocuksu havasından Gizemya ile sıyrılmıştır Uğur... Okuyan, rahatlıkla fark eder. Daha kentli duyarlığa dönüşmüştür şiiri... Alabildiğine bir hüzün vardır gene de, Hep bir hüznü yazardı ve bu hüznü şiirlerine yoğun olarak yansıtırdı."
Edebiyat çevresine rağmen çok yanlız bir adamdı... Duygulu ve yaralı bir insandı... Çoçuk yaşta annesinin ölümü, ailenin dağılması ve benzeri olgular, Uğur'u fazlasıyla etkilemişti. Uğur'da diyor Serap Kaynar; "Hayatı boyunca hep çekti kendini insanlardan, kendi kabuğunun içine girmeyi tercih etti... Kendini zorlayan bir insandı Uğur... Uyum sağlamıyordu ve bunu istemiyordu da... Her zaman kaygılı ve sıkıntılıydı.Hiçbir ortamda varlığını bütünüyle ifade edemiyordu... Sivas'taki ölümü de bir tekbaşınalıktık!"
Ölümünden sonra, Serap Kaynar'a bir torba içinde teslim ediliyor Uğur'un kalan eşyaları. Yanından hiç ayırmadığı, adeta kişiliği ile özdeşleşen askılı deri çantası ise bulunamıyor. Katliamdan birkaç gün sonra çanta, mucizevi bir biçimde bulunarak Serap Kaynar'a ulaştırılıyor; sapasağlam, ne bir yanık, ne bir koku... Peçeteler çıkıyor ortaya... "Dizelerini ilk olarak peçetelere yazardı,
"Öldüğümde / doğduğun yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / İşte böylesine yeniyorum".
"Madımak'tan sağ çıkamayacağını biliyordu Uğur... Otelin merdivenlerinde Behçet ve Metin ağabey ile birlikte çekilen fotoğraflarından anlıyorum bunu" Uğur Kaynar'ın ölümü bile, sancılı hayatına karşı elde ettiği bir yengi değil mi?

ERDAL AYRANCI

Arkadaşlarının cesur, atak ve bonkör olarak tanıdıkları Erdal Ayrancı.70'li yıllara gidiyoruz: Erdal 1978 ODTÜ girişli. Eylül'de başlayan olağanüstü bir dönem, pek çok insan gibi Erdal'ın da payına mahpusluk düşüyor. Erdal Ayrancı, 1980-1993 yılları arasında iki yıl iki gün Mamak, Ankara Kapalı, Niğde, Bor-Niğde cezaevleri'nde yatıyor. Çalışma odasında gördüğümüz maket gemiyi Mamak'ta kapılardan çıkardığı tahtalardan yapmış. Gemiye eşinin adını koymuş:"Hatçe". Mahpusluk günlerindeki ilk şiiri 2.7.1981 tarihin de Mamak'ta son şiirini 20.03.1983'te topçam'da yazmış. Erdal Ayrancının 29.05.1982 tarihinde Niğde cezaevi'nde yazdığı şiirde Hatice'yi, Zeynep'i ve Sivas'taki akrepleri bulmak mümkün. Şiiri okuyoruz: "Eğer Bir gün / Bir beyaz güvercin / Gelecekse ağzında bir mektupla / Ve silecekse gözlerimdeki hüznü / İsterim / Durmasın kanat çırpsın bana doğru / Birgün eğer bir tahliye kağıdı / Beni sana kavuşturacaksa / Gayri gelsin düşlenen günler / Ocakta kaynayan tencere / Beşikte bebek / tomurcuk tomurcuk / Filiz filiz hayat / Düşünsene ne güzel olurdu / Düşmansız yaşamak / Haydi boşver bunlara / Şimdi bunlar tatlı hayal / Eğer birgün sevgilim / Son verecekse hayatıma / Bir ses / İsterim durmasın patlasın / Anlam bulacaksa kulaklarımda / Yalnız... / Düşerse kanımın bir damlası yere / Bilsinler ki / Orada kırmızı yediveren gülleri açacak / ve bülbüller ağıt yakacak ölüme / Korksunlar korksunlar artık / korksunlar alev çemberindeki akrep gibi / Çünkü ölümleri / Gül dikenlerinden olacak. Erdal'ın kekeme zürafa benim." Yazının son paragrafını sunuyoruz.

"İşte şimdi mezarımın başındayım ve ağlıyorum ölüme. Ölüm, benim ölümsün. Açlığım, çaresizliğim ve beceriksizliğim ölümü bile beceremedim, belki de becerdim...Belki de anladım ölemeyeceğim, Ölü güzel olur mu?.. Benim ölüm çok güzeldi, bembeyazdı giysilerim, kanım çekilmişti de yüzüm de bembeyazdı, ben duymadım ama imam çok şeyler söylemiş hakkında, çünkü ben ölüyüm duymam ki; demiş ki şöyle ya da böyle. Neyse iyi adamdı günahları affolsun falan gibi, sağolsun hiç tanımazdık sağlığımızda birbirimizi, onun için çok da fazla iyi şeyler diyemeyeceğim hakkında, hatta bir keresinde küfür bile etmiştim gıyabında. tam ben uyurken sabaha karşı ezan okuyası tutmuştu da küfür etmiştim. Sen hiç kendi ölümüne üzüldüm mü? Ya da ağladım mı? Ben en son babam öldüğünde ağlamıştım ve son gördüğüm ölü oydu, kendi ölümü göremeden önce, Sen hiç güzel ölü gördüm mü? Ben gördüm yemin ediyorum çok güzeldi ölüm, inanmazsan sor. Bir beta balığıyla japon balığı vardı. Zurafanın yanında ve sadece benim ölümü seyretmeye gelmişlerdi, inanmazsan sor, ne güzeldi ölüm bembeyazdı, bembeyazdı giysilerim. Kanım çekilmişti de yüzüm de bembeyazdı. İstersen sor. zürafa kekeme yalnız, bence balıklara sor, tabi eğer uzak doğu dilini biliyorsan."
Erdal Ayrancı'nın odasında kendisinden geriye kalan eşyaları inceliyoruz: Partolonunun cebinden çıkan beş yüz bin lirayı elimize alıyoruz; Atatürk'ün yüzüne kan bulaşmış. Erdal Ayrancı'yı hastanenin morgunda görenler, "bembeyaz bir ölüydü", diyecekler.
Biricik kızları Zeynep matematik dersinde kümeler konusu işlenirken, ailesinin kümesini çizecek: Önce kendisini, sonra annesini ve en son olarak da babası Erdal Ayrancı'yı yerleştirecek kümenin içine.

ASAF KOÇAK

Asaf Koçak, "Bizim toplumumuzda bireylerin kendilerini sorgulamaları ve dönüştürebilmeleri kaygıları oldukça az. Sorgulamak yeterli değil mesele dönüştürebilmekte. En önemli olanın aynanın karşısına geçtiğimizde kendimize ateş edebilmeyi becermemiz olduğuna inanıyorum diyor.
"Asaf duvara asılan ve koleksiyonlara girenlerde yeni arayışlardan yanayım. Bir defa korkusuz olacaksınız ve tanımlara var olanlara fazla bel bağlamayacaksınız. tanımlar geçici değilmi sanatta yeni arayışlar içerisinde olmak gerek diyor.
Uzun yıllar süren karikatür serüveninden sonra bir değişim ve yenilenme dönemi başlıyor sanatında. Belki de asıl yapmak istediklerini bundan sonra gerçekleştirecek.
Asaf Koçak bir karikatüristti, fakat öncelikle bir insandı. Bir yandan ödenmeyen ev kirası kapanan telefonu "ki müzmin durumları bunlar Asaf'ın" öte yandan duygusal olarak yaşadığı derin yıkım, gerede yeşil pantalonu mor çoraba rengarenk gömlekleriyle yaşamını ti'ye alabilen bir Asaf Koçak yaşıyor.
"Hiç bir zaman mutlu ve huzurlu olamadı. Hep huzursuz, kaygılı ve sıkıntılıydı. Acılar içinde kıvranan bir insandı, fakat bunu çevresine göstermezdi. Bir çok kişi Asaf'ı yaşama sıkısıkıya bağlı bir insan olarak anımsıyor, fakat o asıl başkalarını yaşama bağlardı." Sivas'a giderken ev kirasını ödemiş olması Asaf Koçağın yaşadığı en büyük ve son oluyor.

NESİMİ ÇİMEN

"Beni fraksiyonlara bölünmüş sol sevmedi bir türlü. Öyle kendimi beğendirme şirin gösterme derdim de yok... Alevi dernekleri de... Sol sevmedi, çünkü ben hiç bir fraksiyona girmedim. Sanatçının fraksiyonu olur mu? Ben halkın ozanıyım, ezilen biriyim ve elbette ezilenlerden yanayım, ama şu "Sol'un" ve bu "Sol'un" sazını çalamam Alevilik de öyle. Bizim kültürümüzün zenginliği oradan geliyor, ama ben Alevilicilk de yapamam. Çağı geçti bunların. Hem sınıflardan, emekçiden söz ediyoruz. hem de Alevicilik yapıyoruz. Bana bu da ters geliyor. Ama şu var: Türkiye'de ilk Şah İsmail gecesini ben düzenledim. Güçlü bir halk ozanı olduğu için, bir kültür eri olduğu için düzenledim."
Ankara'daki Can Yücel ve Yaşar Kemal'in katkılarıyla düzenledim. Alevi kitlesine yaslanarak yapmadım bunu kültür olayı olduğu için yaptım o'nun içindir ki Alevi derneklerinin toplantılarına pek çağırmazlar beni, Pir Sultan'a da bu yıl çağırdılar, yol param da yoktu ama, 500 bin lira bir yerden bulup geldik. Yokluk, yoksulluk içinde bile olsam Türkiye'de yaşamayı seviyorum.

Gel ey Nesimi sen, senden sor seni,
Sakın ha hor görme asla bir canı,
İnsanları sev sen, eyle secdeni
Mukaddes bir varlık hakkın kendisi


MUHLİS AKARSU - MUHİBE LEYLA AKARSU

Muhlis Akarsu, 1948 yılında Sivas'ın Kangal ilçesinin Minarekaya köyünde doğdu. Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Karacaoğlan, Aşık Veysel doğrularından yola çıkarak, kendine insan sevgisini şiar edindi, 1972 yılında kendisinin de çok saygı duyduğu Seyyit Halil Çiftlik'in kızı Muhibe Leyla Çiftlik'le evlendi. "Muhibe Leyla Akarsu'nun bu evliliklerinden Pınar, Çınar ve Damla adlarında üç kızları oldu.
Mahsuni Şerif'in Muhlis Akarsu için söylediklerini anımsıyoruz. "Genellikle kış günlerinde yapılan Bektaşi Cem ve Cemaatlerinde, yörenin seyitlerine ve ozanlarının etkisinde kaldı.Önceleri klasik Bektaşi kalıpları içinde ismini duyuran sesini-sazını dinleten ünlü arkadaşım yetmişli hatta altmışlı Türkiye'de başlayan devrimci kıpırdanışlara yabancı kalmadı. Zamanla dev ozanlar İhsani, Ali İzzet, Nesimi, Çırakman gibi isimlerle sahnelerde görüldü.
Son derece yanık ve tok sesiyle bir zamanlar plak ve kasetlerde rekor düzeylerde eserler sergiledi.
Akarsu özünde Pir Sultan Abdal aşkıyla doludur. Pir Sultan'ı rehber seçmişti. Kendisinin sonunun darağacı olup olmamasını hiçe sayardı. Ama diri diri yakılacağını hiç de aklının ucuna getirmemişti kuşkusuz.
Her mısrasında gericiliğe ateş püsküren kardeşlik barış ve dostluğun simgesi olmuş bir ozandı. Muhlis Akarsu Türkiye'ye adım adım gezerek kendi kültürü olan Alevi Kültürünü tanıtımını üstlenmişti.
Akarsunun unutulması mümkün değildir. Pir Sultan Kültürü ile yaşıyacaktır. Bu yazıyı bitirirken Muslis ve Muhibe Akarsuyu, söz ve müziği Muhlis Akarsuyun olan "İşte Geldim Gidiyorum" adlı türküyle anıyoruz.


HASRET GÜLTEKİN

01 Mayıs 1971, Sivas'ın İmranlı kazasına bağlı Han köyünde dünyaya geldi. 6 yaşında saz çalmaya başladı, 11 yaşında sahneye çıktı.
Müzik yönetmenliğini üstlendiği resmi olarak ilk defa kürtçe müzik yasağını delen "Nevroz" adlı kaset 1990'da önce entstürümantal olarak sonrada Nilüfer Akbal ve Rıza Akkoç'un katılımıyla gerçekleştirildi.
02 Temmuz 1993'de, Sivas'ta Madımak Otelinde 35 insanla birlikte katledildi. 13 Eylül 1993'de oğlu Roni Hasret Gültekin dünyaya geldi. Hasret Gültekin genç yaşına rağmen Anadolu Halk Müziğinin yorumlanmasında ve icrasında özgün bir yer edinmiş bir sanatçımızdı. Ülkemizde Feodal ve türedi kültürün aşılarak yurtsever demokratik ve halkçı bir kültürün köklerinin sağlamlaştırılması kavgasının önemli bir neferiydi. Anadolu Aydınlanmasının ışıklarından biriydi Hasret Gültekin. "Ne arasak, Anadolu'da bulacağız!" derdi.
Hasret'in ana dili kürtçeydi. Güzel bir diksiyona sahipti. Sadece Kırmanci değil Dimili ve Sorani'de bilirdi. "Nerelisin" diye sorulduğunda üstüne basa basa "Koçgiriliyim, Kürdüm" derdi. Hasret "Ne arasan kendinde ara" felsefesinden yola çıktı. Hasret Gültekin'in yaşam serüveni içerisinde Anadolu'da özgürleşmenin önündeki en önemli engellerden birisinin din ideolojiside olduğunu kavramıştı. Turan Dursun'u okuduktan sonra "Bilinç sıçraması yaşıyorum, ufkum açıldı. Ateist'im diye haykırabilirim" diyordu.
Hasret Gültekin'in annesi Hace Gültekin "Ben Madımak Otelindekilerin Anasıyım, şimdilik hoşçakalın yavrularım" diyordu.


MUAMMER ÇİÇEK

İki dosya, bir fotoğraf; "Muammer'in ağabeyi" fotoğrafta genç adamla genç kız birbirlerine bakarak gülümsüyorlar. Genç adam Muammer Çiçek olmalı, Genç kızın kim olduğunu bilmiyoruz henüz. Dosyaları karıştırıyoruz; dosyalardan birinde Muammer'in tuttuğu günce, diğerinde altmış kadar şiiri, "İnadına yaşamak" adlı kendisinin yazdığı bir oyun. Fotokopisi çekilmiş bir ölüm ilanı düşüyor dosyaların arasından: "Sivas katliamında yitirdiğimiz Muammer-İnci ve 35 canı yüreğimize gömdük" Muammer Çiçek'le İnci birbirlerine bakarak gülümsüyorlar.
"1967 yılında Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu 1992 yılında Gazi Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünü bitirerek Şehir Planlamacısı oldu." Çankaya Belediyesi İmar dairesinde iki ay staj gördü.
Muammer Çiçek şiir yazıyor, Pir Sultan Abdal tiyatrosu yönetmeni, oyuncusu "Küçük Prens" adlı oyunda oynamış. Olaylar çıkmasa, Madımak Oteli yakılmasa 02 Temmuz saat 20.00'de Sivas Kültür Merkezinde kendisinin yönettiği Pir Sultan Abdal oyununu oynayacaklardı.... Serkan, Huriye, Yeşim, Özlem hiçbiri oynayamadılar.
Muammer'in babası Hüseyin Çiçek ilk ve son kez konuşuyor,. " Muammer kavgayı hiç sevmezdi cahil insanlardan uzak dururdu. Ama orası Sivas, Sivas şehri Cumhuriyete düşman ailece kendimizi Cumhuriyete ve topluma adadık. Muammer'in eşyaları arasında Ahmet Çiçek bir nişan yüzüğü getiriyor.


İNCİ TÜRK

"Sanki boğucu bir sesin içinde yüzünü bulmaya çalışıyorum. Hızla ilerliyorum, bir türlü yaklaşamıyorum, uzaklık hep aynı" 13.01.1991. Muammer Çiçek Sivas Madımak Oteli, dışarda azgın kalabalık ve sanki yazılanlar Alevler içindeki İnci Türk için yazılmış. Muammeri yazınca inciyi, İnci'yi yazınca Muammeri düşünmeden yapamıyoruz.
İnci Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesini 1992 yılında bitiriyor. Altındağ Kültür Merkezinde ilk tiyatro çalışmalarına başlıyor. Pir Sultan Abdal Tiyatro topluluğunun teknik kadrosunda yer alıyor. İnci Türk'ün Muammer Çiçekle olan yakınlığı ortak arkadaşları Huriye Özkan'a oradan tiyatro çalışmalarına dek uzanıyor.
Baba Mehmet Türk "Ben çocuklarımı toplumda bir yere gelmek için çalışın derdim. Muammer'le tanıştıktan sonra hayatında olumlu bir değişiklik olduğunu hissettik" Anne Neda Türk "kızımla gurur duyuyorum çok iyi seçim yapmış" diyor, baba Mehmet Türk başıyla onaylıyordu.
İnci Türk'ün odasındayız kitaplarını karıştırdığımız, yaşamına girdiğimiz genç kızı yıllardır tanıyormuş gibiyiz. "Ölürsem / Açık bırakın balkonu / Çocuk portakal yer (Balkonumdan görürüm onu) / Orakçı ekin biçer (Balkonumdan duyarım onu) / Ölürsem / Açık bırakın balkonu. İnci Türk için ne yapabiliriz. Balkonun kapısını açık bırakıyoruz.


NURCAN ŞAHİN- ÖZLEM ŞAHİN

Nurcan şahin'in annesi Fidan Şahin, yirmiyedi yıl Anadolunun çeşitli yörelerinde görev yapan bir köy ebesi. Amcasının oğlu Mahmut'la bir akraba evliliği yapıyor. Bu evlilikten doğan üç çocuğuda doğumundan kısa bir süre sonra ölüyor. 03 Mart 1975'de adını "Canışığı" anlamına gelen Nurcan koydukları bir kızı oluyur. Nurcan Şahin küçüklüğünden itibaren Fidan Şahin'in yaşamına bir başka sevinç ekliyor.Fidan Şahin "Onu özel olarak sevmek için kendime doğurdum. Nurcan'ım olmadığında evde bir suskunluk bir sessizlik olurdu. Nurcan'ın gelmesiyle eve bir şenlik havası doğardı" diyor.
Nurcan büyüdükçe kendini bütünüyle okumaya veriyor. Nazım Hikmet'in şiirlerini ve diğer ilerici yazarların yapıtlarını okuyordu. Köyümüz Şarkışla ilçesi Saraç köyüdür. Köyümüzün kültür ve dayanışma derneği vardır. Nurcan amcasının kızı, kader arkadaşı ve can dostu Özlem ile birlikte derneğin çalışmalarında görev alırdı. Sunuculuk yapar geneleksel oyunumuz Semah dönerlerdi. Herhangi bir şeye kızsam " Anne beni lafla dövme, eline terliğini al sinirin geçirinceyi kadar döv" derdi. Ben onu dövme şöyle dursun "gözün kör olsun bile diyemezdim". Bir günden birgüne "Allah Canını Alsın" demedim. Allah almadı ama yobazlar aldı. Nurcan ile Özlem şahin amca çocukları aralarındaki ilişki kardeşlikten öte. Çocuklarından itibaren birlikte büyüyor, birbirlerine can yoldaşı oluyorlar. Özlem'de simsicak sevimli, cana yakın insan sevgisiyle dolu bir genç kız. Özlem'in kendine güvenen rahat bir yapısı var, o'da Nurcan gibi gülmeyi seviyor. Hızlı ve sürekli ve akıcı konuşması en önemli özelliklerinden biri, konuşmaya bir başladımı susmak bilmiyor. İkiside yaşıtlarından daha rahat iyimser ve olgunlar. Çirkinlikler ve kötülükler rahatsız ediyor ikisinide.
İkiside ölüme çok uzak iki çocuktular.Özlem Şahin umursamaz dile dolu bir kızdı, hep çocuk kalmak, hiç büyümemek istiyordu. Büyüklerin yapmacıklı ve abartılı dünyası güldürüyordu onu. Odasının duvarına astığı bir kart belki yaşlanacağım ama asla büyümeyeceğım. Az ama öz yaşadılar. "İnsan sevgisiyle yürekleri doplulu olan canları ve biz anneleri de yaktılar. Yüreklerimize insanlık sevgisi yerine kin ve nefret doldurdular." diyen şehit annelerine kulak verelim.


SAİT METİN

Adı sıklıkla anılan ve kendisinden sevgiyle söz açılan Sait Metin. "23 yıllık hayatında hiçkimseyle kavga etmeyen ılımlı ve olumlu bir yapıya sahip olan asla küfür etmeyen, yalan söylemeyen, kimseyi bilerek kırmayan, herkese saygılı, sevecen ve hayat dolu bir insandı Sait Metin. Uzun boylu, yakışıklı ve güçlü bedeninde sanki bir giz vardı.Onunla tanışıpta ilgi duymayan, sevmeyen herhalde olmazdı" diyor amcası Halil Metin.
"Oğlum diye söylemiyorum. dört dörtlük insandı" diyor babası Mehmet Metin. Sait Metin'in dostları; kitapları ve bağlaması oluyor. Bize Nurcan'ı, Özlem'i, Belkıs'ı, Ahmet'i ve Yasemin'i hatırlatıyor.
Sait Metin çok iyi bağlama çalıyor, türkü söylüyor hertürlü müzik aletine bir hafta içerisinde uyum sağlamayı başarıyor. Bir de kabak kemanesi var, Yeşim'in (Özkan) 23 Nisan 1992 günü Sait'e verdiği yaşgünü armağanı. "Sait sevgisinde de çok temiz bir insandı" diyor arkadaşı İsmail atak. "Esas deyişimi canı kadar çok sevdiği balcanı bulduğunda başlamıştı. Artık tiyatroda ve tüm hayatlarında birlikte olacaklarına söz vermişlerdi. Bizde Sait'e Pir'im, Yeşim'e de balcan diye hitap ediyorduk."
Çankırı gibi ters bir kent'te Çankırı Meslek Yüksek Okulundan mezun olan Sait Metin'i aldığı bu eğitim tatmin etmiyor. "Ben bir Yüksek okul bitirmekle tatmin olmadım, biliyorum sizde tatmin olmadınız söz veriyorum bir fakülte daha bitireceğim" diyordu ailesine. Sait ve Yeşim'in birbirlerine çok bağlı olduklarını söylüyor. Annesi Sultan Metin. "Yeşim'e çok fazla umut verme, belki ailesi istemez dediğimde, "Anne sen delimisin, ben aradığımı buldum"demişti. Kız da çok tatlıydı. Saiti çok seviyordu. Birbirlerine çok uymuşlardı" diyordu Sultan Metin.


HURİYE VE YEŞİM ÖZKAN

Özkan ailesi, 1962 yılında Ankara'ya yerleşiyor. İlk yılında doğuyor. "İlk çocuğumuz olduğu için sevgiyle, özenle büyüttük" diyor. Münire Özkan... Huriye üç günlük bebekken, Anıtkabir'de çimlerin üzerine yatırılıyor...
Huriye Özkan, başarılı bir öğrencilikten sonra, Deneme Lisesi'ni birincilikle bitiriyor. Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'ne arkadaşı İnci Türk ile birlikte giriyor, birlikte bitiriyorlar. İkisi de Alevi kültürüne bağlı, üretme ve paylaşma bilinciyle yüklü iki çağdaş genç kız...
1992 yılındaki, Pir Sultan Abdal Kültür şenliklerinde, Özkan ailesinin bütün bireyleri Banaz'dalar... Bir yanda Yıldızdağı, bir yanda Pir Sultan'ın köyü... Yeşim Özkan şenlik programını büyük bir coşkuyla gösteriyor babasına... Semah, tiyatro, dinletiler, şairler ve şiirler... Fakat biraz tedirgin, sormadan edemiyor; "Aziz Nesin de gelecekmiş, bir olay çıkar mı acaba?" Hikmet Özkan, "Devletin güvenlik güçleri var kızım" diyerek yatıştırıyorum onu...
Münire Özkan'ın anımsadığı son anları söyle; Birbirlerinin üstüne oturuyor, aynı koltuğa sığmaya çalışıyorlar... Huriye Özkan, kardeşine sarılıyor, kollarını sıyırıyor, ısırıyor, öpüyor... "Anne" diyor, "Yeşim'i çok seviyorum"... Yeşim'in Pirim'i Sait Metin, tiyatroda ve tüm yaşamda birlikte olmaya sözlendiği Yeşim Özkan'ı yani Balcan'ı babası Hikmet Özkan'dan "emanet" alıyor; kızların yanlarında Sait Metin ve Muammer Çiçek var, İnsan güzeli iki delikanlı... Hep birlikte, neşe içerisinde, coşkuyla gidiyorlar Sivas'a.
Özkan ailesinin sevinci ve gururu onlar olacaklar biliyoruz...

CARİNA THUİJS

Rahmi Sivri'nin Anlattıkları.
Carina ve kız arkadaşı Maryze ve beni işyerimden arayıp randevu istediler. Bir hafta sonra biraraya geldik. Onlar, kendilerinin Türk kadınlarının aralarındaki ilişkilerinin nasıl yapılandığı, nelerle uğraştıkları ve aile içindeki rollari konularında araştırma tezi hazırlamak istediklerini, Doetinchem'deki Türkiye'lilerle çalışmamdan olayı bazı olanaklar sunup sunmayacağını sordular ve yardım istediler. Carina ve Maryze'e yardım edecektim.
21 Haziran 1993 tarihinde buradan Ankara'ya, bir ay konuk olacağı Sivri ailesinin yanına gitti. Yasemin ve Asuman Sivri ile kısa zamanda iyi arkadaş oluyorlar. Birlikte Pir Sultan Abdal Kültür Derneği'ne gidiyorlar. Carina Dernek'te pek çok insanı tanıyor; onları fotograflarını çekiyor, dostluklar kuruyor.
Carina, Yasemin ve Asuman ile birlikte Pir Sultan Abdal etkinlikleri'ne katılmak üzere Sivas'a gidiyor. Orada yurttaşı Rene'yi göreceği için çok heyacanlanmış. Carina tanıdığım kadarıyla, sistemli, çalışmayı seven eşitsizliğe karşı olan, "toplumcu feminst" diye bileceğimiz biriydi. Biraz çekingendi ancak kolay ilişki kuran, toplumsal sorunlarla yakından ilgili, insanları seven, her türlü haksızlığa karşı çıkan insandı, bir çok insanımız gibi.


YASEMİN SİVRİ ve ASUMAN SİVRİ

Asuman henüz 16 yaşında. Sokullu lisesi ikinci sınıf öğrencisi... "Karnemi aldınız mı?" diye soruyor, telefona çıkan ağabeyi Yalçın'a Asuman, "Dünkü gösterilemiz çok iyi geçti" diyor ağabeyine... Fakat asıl merak ettiği konu karnesi... İki yıldır takdir almak için uğraşıyorAsuman Sivri...
Saat 16-17 arası Kamber Çakır'a eve yeni gelen Yalçın Sivri, kardeşinin takdir aldığını iletilmesini söylüyor, fakat telefondan duyduğu gürültülerden tedirgin oluyor...
Yasemin ve Asuman Sivri kardeşle, 1991 yılı ortalarında, Pir Sultan Abdal Derneği'nin kültürel çalışmalarına katılıyor ve kısa sürede semah topluluğuna giriyor. AsumanSivri, özverili çalışmasının karşılığını alarak, Semah hocalığına yükseliyor. "Asuman sevimli, coşkulu, deli dolu ve uçarı bir kızdı" diyor ağabeyi Yalçın Sivri; "Arkadaşı çevresinde çok seviliyordu, bunda küçüklüğünün ve sevimliliğinin payı büyüktü"... Asuman da her türlü özerklik vardı, fiziksel, düşünsel vb. Zeki ve çalışkandı. Emek veriyor, çalışıyor, çalıştırıyordu...
Yasemin, Asuman'dan iki yaş daha büyük... 1992 yılında Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne giriyor. Semah ile başladığı kişisel çalışmalarında, giderek daha farklı kanallara yöneliyor. Derneğin Gençlik Komisyonu üyesi. Aynı zamanda kütüphane'den sorumlu. Kitapları çiltliyor, numaralandırıyor. "Sürekli ve düzenli olarak okurdu" diyor ağabeyi Yalçın... Kişilik olarak içine kapalı ve durgun bir insan görüntüsü veriyor çevresine, oysa "en iyi arkadaşlarım" dediği dostlarıyla (kitaplarıyla) buluşabilmek için, yanlızlığa gereksinimi var Yasemin'in... Bu yönüyle Sait Metin'in tipik bir eşi sanki...
Lise yıllarından itibaren tuttuğu bir güncesi var. Daha çok aile ortamını, arkadaş çevresini değerlendiriyor yazdıklarında.
Yasemin Sivri, Sivas'a giderken "Aziz Nesin'le tartışmak, görüşlerini açıklamak istediğini" söylüyor arkadaşlarına... 1 ve 2 Temmuz günü Buruciye Medresesi'ndeki kitap standında görevli olan Yasemin'in bir isteğini gerçekleştirmiş olması akla yatkın geliyor. Kardeşi Asuman'la birlikte kullandıkları ortak çantalarını içinden Aziz Nesin tarafından imzalanmış bir kaç kitap çıkıyor... "Yetmiş Yaşıma Merhaba" adlı kıtabını, "Yasemin Sivri'ye mutlu yaşaması için " diyerek imzalamış Aziz Nesin...
29 Haziran'da, Erzurum'dan Ankaraya gelen ve 31 Haziran günü kendilerini Sivas'a yolcu eden ağabeyi Yalçın Sivri ile birlikte, Sivas dönüşü Mersin'e tatile gideceklerdi iki kardeş... Daha Sivas'ta iken, arkadaşlarına, "Çok yoruldum, beni Banaz'a götürün" diyen Asuman'ın, özellikle gereksinimi vardı böyle bir tatile...
Yasemin'in ve Asuman'ın yatakları, sanki birer gelin yatağı gibi süslenmiş durumdalar: Üzerlerine çerçeveli fotoğrafları, kırmızı karanfiller konulmuş.. Duvarlara şal ve poşu'ları, heybeleri, şemsiyeleri asılmış... Asuman'ın son okuduğu kitabın sayfaları arasına, kurumuş bir gül yaprağı çıkıyor. Biblolar, fincanlar, işlemeli tabak ve Honlanda'lı Carina'nın bir fotoğrafının da yer aldığı ayrı bir köşe.


BELKIS ÇAKIR

1975 yılında Ankara doğumlu Belkıs Çakır... Lise 'de başarılı bir öğrenciyken, arkadaşları ona "miss kuruntu" adına takmışlar... 1992 okul yıllığında şunlar yazıyor Belkıs için: "Belkıs sınıfımızın canayakın mensuplarından ve pencere sakinlerinden biriydi. Yazılılardan önce çok telaşlı olur. Bundan dolayı biz ona "miss kuruntu" deriz. Ama biliriz ki, onun bu telaşı yersizdir. Çünkü her zaman çok başarılıdır. "Kişilikli, yürekli, yetenekli, tuttuğunu koparan bir insandı. Tam bir 'Anadolu kızıydı...'
Belkıs Çakır'ın bir dakika boş zamanı yok... Dersane çıkışı soluğu dernekte alıyor. Saat 24'ten sonra, geceyarılarına kadar semah çalışıyor arkadaşlarıyla...
Belkız Çakır, umutlu olarak girdiği '93 yılı Üniversite, İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü'nü kazandığını öğrenemedim.. O başarılı olacağından emindi... Belkız'ın babası Kamber Çakır... Gazi Üniversitesi önünden geçen otobüslere biniyor, kızlı erkekli öğrenci kalabalığına takılıyor gözleri, onlar arasında Belkıs'ı görür gibi oluyor, dalıp gidiyor...


MENEKŞE VE KORAY KAYA

Menekşa ve Koray Kaya - Yeşim Özkan, Yasemin - Asuman Sivri gibi madımak'ta yakılan kardeşlerden. Onlardan geriye Sivas'tan dönen bir kaç parça eşyayı saymazsak, Sivas'a gitmeden çektikleri iki fotoğraf kalmış;
Menekşe ve Koray kaya oturma odasının duvarında yanyana gülümseyerek bize bakıyorlar. Gülümsedikleri zamanı dondurmak için artık çok geç!. Babası İsmail Kaya semah ve saz hocası, Pir Sultan Abdal oyununun müziğini yapmış. 01 Temmuz'da Sivas'ta Düzenlenen "Halk Gecesi"ne katılan sanatçılar arasında o da var.
1992 yılında gerçekleştirilen Banaz şenliklerini yaşayan Menekşe ve Koray Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliklerine katılmak için, babalarının deyişiyle "can atıyorlar". Saat 10.00'de İsmail Kaya'nın da katıldığı "Halk Gecesi" var. İsmail Kaya programını yapıp kulise gelir, o sırada Musa Eroğlu yavaş yavaş birşeyler çalmaktadır. İsmail Kaya Hasret Gültekin'e sazını nasıl bulduuğunu sorar. Hasret, "İsmail senin sazının çok sesi var, en iyisi sen o sazı bir daha kır" der. Tam o sırada bir çocuk duvarda asılı olan İsmail kaya'nın sazına çarparak yere düşürür. Koray heyecanla babasına koşup "Baba, sazın kırıldı" der, der demez İsmail Kaya'nın aklına Hasret Gültekin'in sözleri gelir; sazı eline alır, saz gövde ile sapın birleştiği yerden, yanı ilk kırıldığı yerden bir kez daha kırılmıştır. "Hasret yarın seni görürsem ne diyeceğimi biliyorum" diye geçirir içinden İsmail Kaya, ama Hasret Gültekin'i son kez gördüğünü nereden bilsin? Bu Dünyadan bir Koray, bir Menekşe geçti.
Bu dünya'da Koray Kaya geçti, on üçünde Sivas'ta yakıldı. Peki kimdi o güzel çocuk? Beş yaşında yazıyı söktü. İlk okula başlamadan önce okumayı öğrendi. Hacettepe Üniversitesi kampüsünde 60. Yıl ilkokulu'nda okudu. çok başarılıydı. Bilim Dersanesinin Anadolu Lisesine hazırlama kursunda ilk ona girdi. Mimar Kemal Ortaokulu'na başladı. Çok zeki, yetenekli bir çocuktu. Kendi yaşından büyük çocuklarla, insanlarla ilişki kurardı. En iyi örnek, Sivas'ta yitirdiğimiz Sait Metin'le kurduğu ilişkiydi. Sait Metin'le çok iyi anlaşırlardı. Bu dünyadan bir de Menekşe geçti, on beşinde Sivas'ta yakıldı. Peki kimdi o güzel çocuk? Menekşe semaha, tiyatroya meraklıydı. Günleri Pir Sultan Abdal Derneği'nde geçerdi. Birkaç arkadaşı gibi Menekşe Kaya'da saz dersleri almıştı. Kardeşi Koray'la birlikte evde saz çalar, semah dönerlerdi. Menekşe özgürlüğüne çok düşkün biriydi. Sosyal kültürel ilişkileri çok iyiydi. Menekşe Kaya 02 Temmuz günü son semahını döndü.
Hüsniye ana ve diğer analar çocuklarının mezarları başında bir ağıt yakacaklar: "Sivas'ta yitimdim 22 goncaydı gülüm / Elimden aldı bak ateşle ölüm / Ben de dostlar ile gömüldüm / Çalar sazı dili söylerdi / Aldı onları ölüm"?


EDİBE SULARİ

Edibe Sulari, Davut Sulari Baba'nın en büyük çocuğuydu. Tarihi Seyyitlerimizden, Seyyit Mahmut Hayrani'nin torunlarındandır.
Bassel'de yaşadığı halde Türkiye'de yapılan bütün Bektaşi Kültür etkinlikleri ve ehlibeyt cemlerine, konferanslarına katılmayı ihmal etmezdi.


SEHERGÜL ATEŞ

Sehergül Ateş, 1963 Ankara doğumlu... Açık Öğretim Fakültesi öğrencisi... Türkiye Elektrik Kurumun'da (TEK) memur olarak çalışmış...
Evin her köşesinde Sehergül'ün yeteneğini, emeğini sergileyen ürünler yer alıyor; makrome el işleri, örgüler, yapma çiçekler ve özenle baktığı menekşeleri... Sehergül Akeş, çiçekleri çok seviyor, işyerlerinde kırkayakın çiçeği olduğunu öğreniyoruz; Her sabah "günaydın ben geldim" diyerek sesleniyor onlara, "öpün bakalım ablanızın elini" diyerek okşuyor hepsini.
Sehergül'ün odası, ölümünden dört gün sonra ilk kez açılıyor, o günden sonra da sürekli kilitli tutuluyor. Babası Musa Ateş odaya girmeyi reddediyor, acısını yüreğinde duyduğu kızı için döktüğü gözyaşlarını bizden saklamıyor artık...
Ablası bir kaç bavula sığan ceyizini gösteriyor, odada Sehergül'e ait herşey yerli yerinde korunuyor. "Eğer saz çalmadan ölürsem, mezarımı tekmeleyin" diyor ablasına.. "Sen herşeyi öğrendin, bir tek saz çalmayı mı öğrenemeyeceksin ?" diye kızıyor ablası... "Evimin her köşesinde, bahçemin her ağacında onun emeği vardı.
Yaşamını güzelleştirmeyi bilen, yarınına umutla bakan, yüreği sevgi dolubir genç kızdı Sehergül Ateş... Diğer güzel insanlarımız gibi, O'nu da, apansız yitirdik kanlı Sivas'ta..


MURAT GÜNDÜZ

02 Temmuz günü, Murat ve kızkardeşi Birsen Gündüz, kültür merkezi'nde kurulan kitap standında görevliler. Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi, Fizik Bölümü üçüncü sınıf öğrencisi olan Murat, Pir Sultan Abdal Derneği'nin gençlik komisyonlarında görev alıyor.
Murat katkısız sevgiyi ve dürüstlüğü, en yoğun yaşamış, evrensel sevginin ve kardeşliğin savunuculuğunu aklıyla birleştirmeyi başarmış ender insanlardan biriydi. Birsel'le ağabeyi üzerine özel olarak konuşmak, ailesi kadar bizi de derinden sarsıyor... "Seni tanımlamak, seni anlamak istiyorum gördüğüm bütün insanlara" diyor. Birsen Gündüz, ağabeyi için yazdığı satırlarda... "İnsanlara iyimser bir tavırla yaklaşmanın, zor durumlarında yardımcı olmam, senin yaşam felsefendi. Seni şu dizelerle anlatmak istiyorum; "Ne mutlu bize insan olmuşuz / İnsan sevgisini gerçek bilmişiz / İnsanın dalında açıp gülmüşüz / muhabbet insana, cana muhabbet. R.Su"... seni çok özlüyorum. Seni kendi içinde yaşatarak, özlemimi biraz olsun gidermeye çalışıyorum... Beni yaşarken görenler, seni yaşarken görecekler.
"En güçlüler yandı"... En güçlüleri, en güzelleri, en iyileri yitirdik Sivas'ta... Murat Gündüz de onlardan biriydi.


SERPİL CANİK

1974 Ankara doğumlu olan Serpil Canik, Pir Sultan Abdal semah ekibinin en gençleri ve yenileri arasında yer alıyordu.
Serpil Canik, Ticaret Lisesi'nde okurken staj gördüğü bir kooperatif şirketinde çalışıyor, bir yandan da harıl harıl üniversite sınavlarına hazırlanıyor... Çok çabuk kavradığı semahı severek oynuyor, diğer arkadaşları gibi zamanla o da bir semah ışığı olup çıkıyor... İşyerinden derneğe koşturuyor, hatta semah çalışmasını engelliyor diye, işinden ayrılmayı bile düşünüyor bir ara... Bir yandan işin yoğunluğu, bir yandan kurduğu, bir yandan üniversite hayalleri, gene de dernek etkinliklerinden koparamıyor.
Serpil için dernek çalışmaları ve dolayısıyla semah, bir yaşam biçimidir artık; "Bütün kötülüklerden uzak, yanlızca dostluk ve sevgi üzerine kurmuştu hayatını" diyor ablası... Canik kardeşler, sevgili ablalarını hiç ölmemiş gibi yaşatacaklar... Onlar da Serpil, Nurcan, Özlem, Belkıs gibi olacaklar... Yetenekli ve üretken.

AHMET ÖZYURT

1992 yılında Ankara'da doğan Ahmet Özyurt, Bebekliğinde çok uslu, hatta biraz zayıf bir çocukmuş. annesi Senem Özyurt, "Her zaman tutmaya korkardım" diyor. Büyüdükçe fiziği gelişiyor Ahmet'in, uzun boylu, geniş omuzlu, elleri ve ayakları kocaman, atletik yapılı bir delikanlı oluyor. Başarılı bir öğrencilikten sonra liseyi bitiriyor. Öğrenciliği sırasında da komilik, garsonluk gibi küçük işlerle çalışma yaşamına atılan Ahmet Özyurt, bu konuda pek şanslı olamıyor.
"Yalın bir insandı, tek isteği okumak, iyi bir üniversiteye gitmek, iyi bir işe sahip olmaktı" diyor Nurcan Özyurt. Annesi Senem Özyurt anlatımıyla "Bir sıçrasa, karşı caddeye geçebilen" bir yiğit delikanlı... Her sağlıklı genç gibi bedenini çok seven Ahmet Özyurt, evde ağırlık çalışarak kol ve bacaklarını güçlendiriyor, "kendini yerden yere atıyor"... En büyük ideali Üniversite okumak... Hep sonuca yaklaştı, fakat bir türlü başarılı olamadı. Belki de başarısız olduğu tek alan Üniversite sınavlarıydı.
Ahmet Özyurt, en sevdiği iki eylemi; "Kitap okumak ve spor yapmak" olarak belirtiyor. Ahmet Özyurt, "Hayatın hep acılarını aklına getiren kişi mutlu değildir. Gerçekten mutlu kişi, içinde bir iyilik hisseden kişi demektir." diye yazmış günlüğüne... Ahmet Özyurt, kızkardeşi kadar yakın bize "İstediği ve arzuladığı sonuçlara yaklaşmıştı, iyi bir insan olarak yaşamayı, başarılı ve mutlu olmayı fazlasıyla haketmişti, hayatı haketmişti. başaracaktı...


SERKAN DOĞAN

Serkan Doğan, kardeşi Serdar ile birlikte derneğin semah topluluğunda görev alıyordu. Aynı zamanda, Pir Sultan Abdal " oyununda Ali baba'yı canlandırıyordu... Babası, "Sivas'a ilk gidişi değildi. Banaz'a gitmişlerdi geçen yıl... Ayrıca, derneğin yeni şubeleri açılırken, İstanbul'a, İzmir'e, Çanakkale'ye gittiler" diyor ve ekliyor, "Sivas'ta, çocuklarımıza komplo kurulduğunu nereden bilecektik?... Serkan Doğan, liseyi kendisi için yeterli görmesine karşın, Açık Öğretim Fakültesi'ne devam ediyordu... Bir diğer tutkusu da futbol oynamaktı... Babasının sözleri "Sanki büyümüş ve küçülmüştü... Mahallede yaşlı birisiyle karşılaşsa, elinde çantası, paketi olan yaşlı bir teyzesini görse, hemen yardımına koşardı, tanısın veya tanımasın evine kadar eşlik ederdi... Mahallemizde çocuklarla oynardı, evinde bir akvaryumu vardı; Balıklarıyla, kuşlarıyla sıkılmadan ilgilenirdi... Serkan Doğan, kendi kendine çalışarak saz çalmayı da öğreniyor "Eğitim almış birinden çok daha iyi kullanırdı sazı" diyor kardeşi Serdar...
11 Aralık 1993, yirminci yaş günü Serkan Doğan'ın.. Ailesinin, Aydınlık Gazetesinin aynı tarihli sayısına verdiği bir duyuruda şunlar yazılıyor: "20 yaşına merhaba gülüm. Yangın yeri yüreğimiz. Direncimizde yaşıyorsun. Ailen "... Bir de şu dizeleri okuyoruz; otelde yangın başladığında bir kağıda karaladığı, ölümünden sonra iç cebinden çıkan sportane birkaç dizeyi: "Yanıyorum / anam sakın ardımdan ağlamasın Ali'yim ben / Pir Sultan yoluna ölüyorum / başıma kızıl bağlama / arkamdan sakın ağlama"... Doğan ailesi, oğullarının vasiyetine sadıklar... Ne bir lanetleme, ne bir damla gözyaşı, ne de bir yakınma... Yalnızca direnç... Hepsi bu.


MEHMET ATAY

1968 baharında, Divriği'nin gönderen Köyünde, Atay ailesinin en küçüğü olarak doğuyor. Mehmet Atay... Evin en küçüğü olmakla birlikte en sevileni aynı zamanda... Mehmet Atay'ın kısa süren, fakat yoğun ve üretken yaşamını anlatmak, sevgili kardeşlerine düşüyor şimdi.
Üniversite yıllarından itibaren fotoğraf sanatına büyük bir tutkuyla bağlanıyor... Yaşamını, çektiği fotoğraf kareleriyle güzelleştirmeyi kotaran bir insan... "Fotoğrafları, hayata bakışındaki özgürlüğü sergilemeye yetiyordu. Çektiği fotoğraflar gerçekten de ta kendisiydi" diyor Zeynel Atay... Mehmet Atay, temiz bir gökyüzü arayan martıları, boynu bükük kır çiçeklerini, ıslak sokak köpeklerini, kendisine dil çıkaran, haylaz çocukları fotoğraflıyor. Onları özgür dünyalarını yakalama çalışıyor... Olabildiğince özgür yaşamaya sevdalı bi güzel insan. Günümüzde yükselen değerler dünyasında, ilkeli ve kendini alçaltmayan bir yaşamı benimseyen, yaşamın ağrısını ve sızını her zaman üzerinde taşıyan, Fotoğraflarıyla yaşamını güzelleştiren, dürüst kişiliğiyle dostlarına ve arkadaşlarına güven veren, duygusal, sevecen, çalışkan bir insan... Bütün ilişkilerinde özgür düşüncesini hayata geçirmeyi deniyor. Ve bu tavrından asla ödün vermiyor. Gazi Üniversitesi, Maliye Meslek Yüksek Okulu'nu bitiren Mehmet Atay'ın mesleği ile ilgili büyük bir hedefi bulunmuyordu. Belli bir iş, yükselme ve bol para kazanma hırsı da yoktu. "Mehmet çok farklı insandı" diyor ablası Aynur Atay, "Hissettiği gibi yaşardı. Hayata çok geniş bir açıdan bakar ve hiçbir konuda kendini sınırlamazdı..."
Mehmet Atay, 25 Haziran 1993 günü, Alevi Dernekleri Federasyonu'nun kurultayına katılmak üzere, Hacıbektaş'a gidiyor. 27 Haziran günü, İstanbul'a dönüyor ve birkaç gün sonra da Sivas'a, yönetim kurulu üyesi olduğu Divriği Kültür Derneği ve Çağdaş Divriği Gazetesi adına, Pir Sultan Abdal Etkinlikleri'ni izlemek ve elbette gönlünce fotoğraflamak üzere yola çıkıyor. Bir arkadaşı, "Mehmet'in ablası olmak çok güzel bir şey olmalı" diyor Aynur Atay'a...
"Bir insanın bu kadar çok arkadaşı olmasına inanamıyorum... Ben ablası olarak, ölümüne bizden çok daha fazla üzülen arkadaşları olduğunu biliyorum"... Sevgili Mehmet! Seninle yaşadığım süreçlerde dost ve arkadaş olamadık ama, geride bıraktığın onurlu yaşamınla, fotoğraflarındaki insancıl, ortak dünyamız ile bizim de kardeşimiz, arkadaşımızsın şimdi...


GÜLSÜN KARABABA

Pir Sultan Abdal Kültür etkinliklerin, Divriği Kültür Derneği kanadından katılan dört genç kızdan biri de Gülsün Karababa... Handan Metin, Gülender Akça, Gülsün Karababa ve Nurhan Metin'den, yalnızca Nurhan geriye döndüyor.
Gülsün'ü, ablası Nilgün Karababa yolcu ediyor Sivas'a. Gülsün Karababa... Ayrılırken, döne döne öpüyor ablasını, "Belki bir daha görüşemeyiz" diyor... Nilgün Karababa, kardeşine kızıyor; "Üç tane kol atmıştı. Bende "niye bu kadar çok giysi götürüyorsun yıllanacak mısın orada?" dedim. Üstünü kontrol ettim. "Sivas soğuk olur, kalın giyin" dedim. Oysa ki, yangın yeri olacakmış Sivas, bilemedim"...
Sıradan biri olarak yaşamayı asla kabul etmiyor; babası M. Ali Karababa gibi güzel saz çalıyor, evde herkes yatmış uyurken, o gece yarıları resim çalışıyor, günce tutuyor. Atatürk Kültür Merkezi'ndeki resim kurslarına katılan Gülsün'ün hedefi, Hacettepe Üniversitesi Resim bölümü'nü kazanmak... "Harçlığını saklar kitaba, boyaya yatırırdı." diyor babası M. Ali karababa... "Bir gün olsun kızmadım yavruma. kaşımı kaldırıp bakmadım, nazarım değmesin diye..." Uğur Mumcu'nun cenaze töreninden döndükten sonra, "Ben sıradan biri olacağım. Ben de Uğur Mumcu gibi öleceğim" diyor ablasına..
Gülsün'un felsefesine göre, insan yalnızca yaşamında değil, öldükten sonra da anılmalıydı. Geriye birşeyler bırakabilmeliydi. Belki ileri bir tarihte düşündüklerini yapabilirdi kardeşim... Fakat böyle bir ölümü hiç hak etmemişti.
M. Ali Karababa, "Biz bu çocuklarımızı ne zor koşullar altında büyüttük. Onları cepheye göndermedik ki. diyor. Ve anne Sultan Karababa, "Biz on aydır zehir yiyoruz." derken, nasıl da acılı, fakat yıkılmaz bir şehit anası aynı zamanda... "Ben annem gibi akıllıyım" diye övünen Gülsün'ün, "Dünya bir yana, annem bir yana" dediği Sultan annesi... Karababa ailesi, diğer aileler gibi yalnızca gerçeği öğrenmek istiyor. Devlettir bizim düşmanımız...
Gülsün Karababa, "Ölü Ozanlar Derneği" kitabından aldığı bir tümceyi güncesine aktarmış; "Ölüm saati geldiğinde hiç yaşamamız olduğunu hissetmem ne acı"... Sivas'ın kendisi ve sevdiği yazarlar için bir "Ölü Ozanlar Kenti" olacağını nereden bilecekti?... Halk ozanı Gülsün Karababa'nın babası M. Ali Karababa Sivas katilamında 33 yavrusunu kaybetmenin acısına dayanamadı. Kısa bir süre sonra Pir Sultan'ın ve canların yanına ulaştı.

HANDAN METİN

Handan Metin 1973 Divriği doğumlu, Dört çocuklu bir memur ailesinin üçüncü çocuğu. 1992 yılında, ODTÜ Eğitim Fakültesi Biyoloji Bölümü'ne giriyor... Babası Sadık Metin. Dört çocuğumuzun dördü de başarılı olarak öğrenimlerine devam ederken, anne baba olarak biz de çocuklarımızla gurur duyurduk. Ailece kararlıydık, bizlerin zamanında olanaksızlık yüzünden yapamadığımız eğitimi, bütün zorlukları göğüsleyerek çocuklarımıza yaptıracaktık, yaptırıyorduk da... Mutlu ve huzurlu bir yuvada, herkes üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyordu. Handan evimizin hem öğrencisi hem de yöneticisiydi.
Handan ve Gülsün, Divriği Harman Dergisi'nin, kadın özel sayısı'na, "Yaşamda Birlikteyiz" adlı yazıyı birlikte yazmışlar: "kadının yeri hakkında yanlış görüşler hakimdi. "Dünya benim, evin içi senin" düşüncesinin hakim olduğu bir toplumda; Ali'nin karısı, Veli'nin anası, Hasan'ın kızı olmak artık kadına yetmiyor. Kadın sadece kendi kimliğini istiyor... Sesimizi yükseltmeliyiz. Karar mekanizmasında biz de varız. Çünkü birlikte yaşıyoruz."
Handan Metin, 1987 Mayıs'ında (yani 13 yaşında), çocukluk ve okul arkadaşı Seher Özen'e, tuttuğu bir günlükte şu satırları yazmış: "Ayrılmak bir doğa kanunudur. Bir gün arkadaşlarından, yarın aileden ve son olarak da bu dünyadan ayrılacaksın. Bütün herkes ayrılacak ama önemli olan zihinlerde bir isim bırakmak, ölsem bile ölmemiş gibi yaşatılmaktır. Handan'ın annesi Sultan Metin, Handan'ın dönüşünü bekliyor. "yitik bulmaya" gider gibi gidiyor her mahkemeye. Handan'ın artık yaşamadığını bilmiyor, eşyalarını saklıyor, kızı gelir ve kullanır diye. Baba Sadık Metin kızı için ayrı bir şiir yazmıyor, "33'lere" birden adıyor yazdığı şiirleri, kızının acısını ayrı tutmuyor. Öfke ve direnç her geçen gün büyüyor.

GÜLENDER AKÇA

Gülender Akça'nın kız kardeşi "aile içinde bir evlat, bir kardeş, bir abladan öteye, hepimize bir dost, bir can, bir arkadaştı." diye söze başlıyor.
Babası Abidin Akça sözü alıyor "Ben uyuyordum, Gülender ile gece konuştuk, vedalaştık, sokaktan geri dönmüş babamı bir öpeyim demiş, son öpüşü oldu."
"Bizde bir ihtiyar vardır, çor çocuğu olmayan, bibim "babaman kardeşi hastaydı" Gülender ile bu odada birlikte yatardı. "Kurban olam Gülender, nereye gidiyon, ben ölüyem, ben hastayım" dedi Gülender'e. Bibi sen ölmekte ol, ben uçakla da olsa gelirim seni yolcu ederim dedi. Fakat maalesef Gülender'in cenazesi geldi uçakla"
Gülender Akça'nın halasının adı Tamey, herkes gibi Gülender'de o'na bibi dermiş. Bibi'nin hastalığında altını temizler, tuvaletini yaptırırmış, Gülender'in ölümünden 40 gün sonra Bibi de ölmüş üzüntüsünden.
Divriğinin Şahin Köyünden Ankara'ya uzanan 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Madımak Otelinde sona eren 25 yıllık bir hayat Gülender Akça'nın hayatı. Gülender Akça'nın toplumsal kimliğini en iyi anlatan sözlerde Ağabeyinin sözleri olmalı: " Herşeyden önce insana insanca muamele edilmeyen, hak ettiği değeri verilmeyen baskının zulmün, işkencenin, itricanın yoğun olduğu bir dönemde yaşadı. Bu nedenle haksızlığa, zulme, irticaya karşı insan haklarından, Demokrasiden, laik düşünceden yana tavır koydu. Bu anlamda duyarlı bir toplum yaratma çabasında kardeşçe, insanca yaşamak için, insan olmanın onuru ile yaşamak isteyen milyonlarca insandan biri olmak için çaba sarfetti.
Gülender Akça artık yok ama hayat devam ediyor, günlük sıkıntılar diğer aileleri olduğu gibi Akça'larıda kuşatmış durumda. Akça ailesi bir anlamda kızlarını yüreklerine gömdüklerini hayatın Gülender Akça'nın anısıyla her zamankinden daha acımasız, daha çok şeye gebe olduğunun bilincinde olduklarını duyumsatıyorlar. Ağabeyi Günay Vedat Akça'nın evden ayrılırken bize söylediği şu sözlere başka ne eklenebilir ki; "Yitirdiklerimizi ardından ağlamak, anlık tepkilerle yollara çıkmak çözüm mü? Toplumun, kitle örgütlerinin, demokratların cenazelerin kalktığı günkü havayı sürekli kılmaları gerekiyor.

YAŞIYORLAR

NOT:gop.pirsultan.sitemynet.com adresinden alınmıştır.