Dağlarca ile yıllar sonra tekrar bir araya geldiğimde sık sık eski sözlerini anımsatarak sorular yönelttim. Keskin zekası ile zamana meydan okuyan Dağlarca, “ses bayrağım” dediği Türkçe’yi daha yükseklerde dalgalandırmakta kararlı.
Tek avuntum- sizinle konuşurken- kendi bulduğum ve kendime sakladığım bir gerçektir: Yaşlılar geç yaşlanır. Bu yaşımdan sonra bu sevinci duyduğum için mutluyum. 10 yıl ötesini görüyorum. Ben iki yıl ileri gitmişim, siz on. Dört yıl sonrasını görüyorum. Ben iki yıl ileri gitmişim, siz on. Dört yıl sonrasını görüyorum. Ben dört yıl ileri gitmişim, siz otuz beş. Sevindiniz değil mi; beş sene karlısınız. Daha sonrası yaşıtlığımızdır.
Yasemin Arpa: Aradan 13 yıl geçtikten sonra. Çok merak ediyorum. Gerçekten o yaşıtlığı yakalayabildik mi, ne düşünüyorsunuz?
Dağlarca: Görünürde sanki bir büyük yelkenim. Ve öyle bir yelken ki, kendi rüzgarımla kımıldar gibiyim. Yelkenim eskidi şimdi. Gene yelde, başka göklerde. İnsan, aldanımın içinde binlerce küçük yaratık. Coğrafyası da vardığı ölçüde. Demin siz konuşurken bir şiir lamba gibi yandı söndü, yandı söndü. Onu anımsıyorum. Ablamla aramızda… Çok garip, geceleri ablamla inerdik aşağılara, ayakkabıları dizerdik taşlara. Ablamla ben. Anneminkiler bir yanda, benimkiler bir yanda. Biz iki erkek. İyi ki 13 yıl sonra geldiniz beni kişiliğimle yan yana getirdiniz; ikicik. Parmaklarımda bir sızlanma oluyor. Öncelikle sağ elimin parmaklarında. Bugün de durmaktadır.
“Hiç kimse yazarak yalnızlığını gideremez”
Yasemin: “Nüfus kağıdım değişiyor. Sözcük gibi oluyorum” demişsiniz. Yalnızlığınız sözcüklerle baş başa olmak değil mi?
Dağlarca: Değil. Niye? Yalnızlık sürezlerden de daha büyük. Hiç kimse yazarak yalnızlığını gideremez.
Yasemin: Yalnızlığı gidermek gibi bir uğraşınız oldu mu? Yoksa bu sizin seçiminiz miydi?
Dağlarca: Seçimim değil. Kendim isteyerek bunu bulmadım. Doğanın da bu işe beni hiç karıştırdığını sanmıyorum. Yalnızlık bence her maddenin içindedir. Telefonla konuşan bir şiir yazdım. Telefonla konuşan bildiğimiz buradaki bakır tellerinin ötekilere açılmasıdır, ötekilere seslenmesidir. Bakır tellerinin yalnızlığıdır. Bunu söyledim orada. Bir de böyle bir yalnızlık vardır. Belki alaşımlar bunların sevincidir.
Yasemin:
Sözcükleri tar
tıyordu tanrım
Sevmek en ağır gelince
Şaştı
Dizelerini yazan bir şair olarak sormak istiyorum. Yazmak, yalnızlığın orta yerinde yalnızlığı aralamak gibi bir şey mi?
Dağlarca: Tanrı yeryüzü merkezli bir genel sevinç olmasın? Tanrı bütün mistik edebiyatın söylediği herkese düşen bir pay, bir hisse olmasın? Tanrı taa ilk gökyüzü kanalından başlayıp, avucumuzda kalan bir metafizik belge olmasın? Çok karışık kavramlar.Sen ne hınzır kızsın sen.
Yasemin: Hep öyle gördünüz nedense beni!
Dağlarca: Hep öylesin de ondan. Bir plan kurmuşsun. Ona tatlı götüreyim, yesin yesin konuşsun.
Dağlarca: Hüsniye’ciğim ye.
Hüsniye Duman: Yok Fazıl Bey siz yiyin.
Yasemin: Hiç bana ye demiyorsunuz, Hüsniye’ciğim, Hüsniye’ciğim… Çatlatacaksınız insanı.
Dağlarca: Hüsniye’ciğim benim manevi eşim. Yemezsen bunu bırakacağım. Seni kıskandı.
“Hiçbir dizeye tam dizedir diyemedim.
Yazdıklarım da içinde.”
Yasemin: Dağlarca, ‘Yapıtlarımla Konuşmalar 1’ kitabınız üzerinden sormak istiyorum: Bu kitaplar, biraz da başkalarının sizi çok doğru anlayamamasından, yazamamasından, sizin bu konudaki kaygılarınızdan mı kaynaklanıyor? Kendi yapıtlarınızı kendinizle söyleşerek açıklamaya çalışmak...
Dağlarca: O kitap benim taa küçüklüğümden beri yazmak istediğim bir kitaptı. Yazmaya elim değdi, çok sevinçliyim. Orada gerek kendime ait, gerek şiire ait birçok gerçeği ortaya döktüm. Sonra o kitabın gördüğü ilgiden de memnunum. En az 25-30 dergi bana özel sayı yaparak bu kitaptan bahsetti. O kitap, içtenlikle yazılmış bir kitaptır. Uzun bir yaşamanın, çocuk yaşamasının öyküsüdür. O kitabı yazarken çok disiplin kurdum. Yazdırdığım kişiye çok güç günler yaşattım. Ama sevinçliyim. Bu iki kitap benim üzerime sanki çok ışıklı bir aydınlık serpmiştir. Birçok kişi şiirimin bazı gizlerini oradan öğrenmiştir.
Yasemin: Böyle bir yöntem izlemenizde şiirinizle aranıza başka birini almamak isteğiniz de yok mu?
Dağlarca: Allaha şükür, ben dinamiği kendinde olan birisiyim. ‘Öz yaptırım’ bence dinamik sözcüğünü karşılar. Ünüm, saygım bundandır.
Bana birçok beyin doktoru sormuştur, anlamak istemiştir. Örneğin Eskişehir Üniversitesi’ne gittiğimde bir konuşma yaptım. Konuşmayı yaparken kendimi yitirdim. Doktor “Yok siz başka bir şey yiyorsunuz” dedi. Ne yiyeyim dedim? “Ben beyin doktoruyum, siz konuşurken öyle şeyler söylüyorsunuz ki, bunu insanın düşünmesine imkan yok” dedi. Neyse, adam demek istedi ki, senin beynin başka türlü çalışıyor. Bunu bana birçok kişi söyledi, doktorlar da söyledi. Bence bu alışkanlık şöyle olmuştur: Ben şimdiye dek kimseyi beğenmedim. Bir de bir huyum var, her okuduğum şeyi, dizeyi tashih etmeye başladım; başkasının dizelerini. Kelimelere yer değiştirtirim, kelimeleri bölerim, parçalarım. Anlamın daha nüanslı şekilde anlaşılmasını sağlayacak, gramerce çabalar gösteririm. İşte beğenmemek benim yolumdur. Kendim de içinde, kimseyi beğenmem. Kimseyi. Kanımca her anlatımın daha güzel biçimi vardır. Sanki anlam ağacı büyük, uzun bir ağaç. Buraya ne kadar uzansak ellerimiz ne kadar uzun olsa, kuracağımız merdivenler ne kadar büyük olsa, zıplasak az gelir. Hiçbir dizeye tam dizedir diyemedim, yazdıklarım da içinde.
Yasemin: O zaman dize tamamlanabilir bir şey değil midir?
Dağlarca: Dize tamamlanacak bir şeydir ama daha ötesi var.
Yasemin: Siz “Aynı noktaya tanrıyla birlikte baksak tanrıdan önce ben görürüm” demiştiniz.
Dağlarca: Ben görürüm çünkü o daha öteye bakıyor. Ben önce görebilirim ama o daha uzun bakışlı. Daha doğrusu o bizim bakışımızın bize kalan payı kadar daha büyük. Paradoks gibi görünen tümce bence gerçeğin en yakınındadır. Çok sevindiğim bir durumum var. Bana kim ne zaman ne sorsa, sanki ben o sorulara bin yıl önce hazırmışım durumundayım.
“Her sanatçı bir yalvaçtır, bir peygamberdir. Her sanatçının getirdiği bir başka din vardır, dünya görüşü vardır.”
Yasemin: Tamamlanmamış dizelerden söz ediyorsunuz ama sizin tümceleriniz söylediğiniz gibi binlerce yıl önceden hazırlanmış gibi.
Dağlarca: İşte bu şundan: Ben genç şairlere kaç defa söyledim anlamıyorlar. Dilinizi bir arı gibi kendiniz yapın diyorum. Hiçbir kavanoz, isterse dünyanın en uzak gezegenlerinden gelsin, sizin balınız kadar bereketli olamaz. Onu harf harf (masaya vurarak)ses ses işleyin. Gece yatakta onun muhasebesini, seslendirmesini, anlamlandırmasını yapın. Sonra sesi hiç arka plana bırakmayın. Ses, Allah’ın duyamadığımız yanıdır. Her sanatçı bir yalvaçtır, bir peygamberdir. Her sanatçının getirdiği bir başka din vardır, dünya görüşü vardır. Bu dünya görüşünün o sanatçıya özel inceliği, güzelliği, sıcaklığı -altını çiziyorum- vardır. Bunlara ulaşamadan metin yani yapıt anlaşılamaz.
Yasemin: Dağlarca, altını çizdiğiniz sıcaklık sözcüğünden ve beğeniye ilişkin seçiciliğinizden yola çıkarak sormak istiyorum. ‘Yapıtlarımla Konuşmalar 1’de ‘Ulusumuzun 2-3 ozanından biridir demişsiniz Yunus Emre için’. Diğerlerini de söyler misiniz?
Dağlarca: Diğerlerini başka sanatçılar bulsun. Ben birini bulduğum için mutluyum.
Yasemin: Size 20. yüzyılın iki büyük şairi sorulduğunda şu yanıtı vermiştiniz: “Birincisi ben değilim, ikincisini de bilmiyorum”.
Dağlarca: Tabii Allah’a şükür kendime teleskopla bakmam. Mikroskopla bakmam. Ben kendime bakmam. Bana baksınlar da demem. O benim yalnızlığımı bozar. Ben kendi kendime yaşarım, kendi kendime yazarım. Bir tek okuyucum olmasa, kendi içimdeki okuyucularımın sayısı bir kişi azalmaz.
“…Atatürk ilk çocuktur. Daha doğrusu, daha bir kelime yazılmamış büyük bir kağıttır.”
Ben
2’ye geçince
2’ye geçti Atatürk
Öyle sevindim ki
Yasemin: Her çocukta bir Atatürk yaşadığını söylemişsiniz. Oğlum bana, “Anne, bir kere çok yukarıya, gökyüzüne sıçramanı istiyorum’dedi. Ne yapacaksın oğlum dediğimde, ‘Oradan bana Atatürk’ü indirmeni istiyorum, görmek istiyorum O’nu” dedi.
Dağlarca: Ne güzel. İşte Atatürk sevgisi çocukta doğuşundan başlar. Çünkü Atatürk ilk çocuktur. Daha doğrusu, daha bir kelime yazılmamış büyük bir kağıttır. Yaşamasıyla herkes o kağıdı doldurur. Atatürk de o kağıdı kendi doldurmuştur. Çocuk bu yüzden Atatürk’ün en yakınıdır. Atatürk’te ulusun özü vardır; her çocukta olduğu gibi. Atatürk bir sanatkardır. Onun yazın eseri, Türkiyemizdir.
Dağlarca: Nereden aldınız?
Yasemin: Baylan’dan. Bana hala yer misiniz demediniz Dağlarca. Bekliyorum sıramı.
Hüsniye: Çay alır mısınız yanına?
Dağlarca: Çay getir de buna da verelim bişey. Oburluğunu gösterdin yine.
Yasemin: Siz öyle demiştiniz ama. İçinde bir göz senin hasta olmanı bekliyor, gıdana dikkat et, demiştiniz.
Dağlarca: İyi valla. Sana bedava peygamberlik yapmışım.
Yasemin: Sağ olun.
Dağlarca: Ben bu 10 sene içinde çok şey yitirdim. Bir defa kızmayı yitirdim.
Yasemin: (Gülüşmeler) Hiç öyle görünmüyor Dağlarca.
Dağlarca: Efendim bu hanım kız... Benim adım Fazıl Hüsnü ya. Hüsniye benim adımın dişisi. Ben sanki onu akrabalarımdan biri gibi sayıyorum.
Yasemin: Söyleseydiniz adımı değiştirirdim Dağlarca.
Dağlarca: Sonra bu hanım kız beni ilk gördü, kaynaştık.
Yasemin: Kaç yıl oldu kaynaşalı?
Hüsniye: 1 yıl. Şiir benim pek ilgi alanıma girmiyordu, Almanya’da yaşadığım için uzun yıllar. Hüsnü Bey’e karşılıksız bir sevgim var ve o yüzden de kızsa bile ona kırılmam gibi geliyor.
Dağlarca: Hiç, hiç yapmaz. Çok teşekkür ederim. Eskiden benim küçüklüğümde ağızlıklar vardı, sigara ağızlıkları -özel bir kadife kutu içinde böyle ipekten - zengin adamlar çıkarıp içerlerdi. İşte bu hanım kız beni bir ağızlık gibi kadife kutunun içinde taşıyor.
“…Ben kendimi Türkçe’nin bir türlü bekçisi sayarım. Her sözcüğü kullanmak isterim ki, ilerideki çocuklar, gençler Türkçemizin o sözlerini unutmasınlar. İsterim ki Türkçe yok olsa -bunu bir yerde de söylemiştim- benim kitaplarımda Türkçe’nin tümünü bulsunlar. Eksiksiz tümünü.”
Dağlarca: Bu o sözün hiçbirini incitmez, değiştirmez. Çünkü ikisi ayrı-ayrı; bir bakış ama, aynı beyinden gelen ayrı ışıklar gibi o beynin içinde birleşiktirler. Bir defa burada diyor ki: Sözcüklerin yükünü ver. Yoksa oraya anlamsız bir ağırlık, bir artı, bir eksi getirmesin der. Sözcükleri para gibi kullan diyor. Mesala ben kendimi Türkçe’nin bir türlü bekçisi sayarım. Her sözcüğü kullanmak isterim ki, ilerideki çocuklar, gençler Türkçemizin o sözlerini unutmasınlar. İsterim ki Türkçe yok olsa -bunu bir yerde de söylemiştim- benim kitaplarımda Türkçe’nin tümünü bulsunlar. Eksiksiz tümünü. Yani bir şey olsa, yine bir gemiye toplansalar her tarafı sel bassa, yeryüzüne indikleri zaman o gemide yalnız benim kitaplarım olsa Türkçe yeniden yeryüzünde yaşıyor olsun isterim. Ama bir şey anlatırken on sözcükle mümkünse on bir sözcükle olmasın isterim.
İyice bakarsanız fazla sözcük o yazıyı değersiz kılar. Şeye benzer bak şiirler, piyano versiyonuna; bir nota fazla olsa nasıl o versiyon bozulursa şiir de bozulur. Onu atar. Şiirin genel tablosu atar, istemez, sevmez. İşte bu gene doğanın ana kurallarına uyar. Dört yapraklı bir yonca yeter, onu beş yapraklı yapmaz doğa. Ama beş daha güzeldir, bir pençeyi anlatır, bütün hayvanların ifadesini taşır gibi bir düşünce burada sökmez. Birinci kural; söz bitti miydi metin biter, anlam biter. Anlam bitti miydi metin biter. Edebiyatın çoğu bir fazla sözcük yüzünden okunmaz olmuştur, klasik olamamışlardır. Zaten klasik demek, sözü anlama tıpatıp uyuyor demektir; eksiksiz, fazlasız. Evet bu da benim gözlemlediğim baş gerçektir. Maddenin bir ifadesi varsa her anlamın da bir sayısı vardır. Bu sayı ussal anlamın karışık matematiğinden çıkar. Fizik ve kimyanın buluşu gibi. Bunu ben 86 adlı şiirimde ortaya koydum. Ta ilk mektebe gittiğimin, ilk notları aldığımdan, taa o zamandan beri ortaya koydum. Bilmeden de şimdi onun kafamdaki o bilinmeyen merkezin ne güçte olduğuna beni ayrıca inandıran bir olay. Biliyorsun mektepte bana 86 numara vermişti hoca. Ben bunu büyük harflerle defterime yazmıştım. Büyük bir 8, yanına büyük bir 6. Parmak kadar kalınlıkta bunu büyüttüm ve eve geldim bir sevinçle. O zaman bizim evimizde bir adet vardı: Evdeki dolapları taksim etmişlerdi kardeşler. Bana da en aşağıdaki dolabı vermişlerdi. Konya’da bir eski evdi. Neyse, ben dolabımı açtım. Bana verilen eski kartpostalları eski küçük şişeleri dizmiştim. Dolabın kapağına yapıştırdım onları. Ama 6’yı oraya, 8’i bu tarafa yapıştırmışım. Ablalarım geliyor, numaran kaç diyorlar, 86 diyorum, bana gülüyorlar. Biri geldi, biri daha geldi. Bunlar niye gülüyor diyorum, benimle alay ediyorlar bayağı. Çünkü hem dolaba bakıyorlar, hem bana soruyorlar. Bu dolapta görüyorlar niye bir daha bana soruyorlar diyorum. Neyse gülmeler çoğalınca ben anladım bir hata yaptığımı. Baktım defterde 8 bu yandaymış, dolapta 6 bu yanda. İşte orada sözcüklerin yer değiştirince ne olduğunu anladım. Şu gerçeği söyleyebilirim: Kişi yanıla yanıla yanılmaz olur. Kendi kafasıyla bunu yaşarsa daha yararlı.
Kutu önünüze geleli sorular azaldı.
“Şiir, hem bir saat gibi günümüzü göstermelidir hem bir pusula gibi gidilecek doğru yönü belirtmelidir.”
Yasemin: Çok yakında yitirdiğimiz Attilâ İlhan’la sizin bir konudaki farklılığınız üzerinden sormak istiyorum. Eski Türkçe’yi yaşayan dilin içinde kullanmak konusunu.
Dağlarca: Şiir yazmak yapı kurmaya benzer. Andığınız kişi başka bir yöntemle kurmuştur. Pencereleri pencereciden, kapıları kapı satıcısından, tuğlaları yakındaki ocaktan, aydınlatmaları aydınlatmacıdan toplamıştır.
Bu öyle değil. Onun büyüklüğü, alan tavanının yüksekliği, düşüncelerle çizilmiş, yerlerine konmuştur. Şiir, hem bir saat gibi günümüzü göstermelidir hem bir pusula gibi gidilecek doğru yönü belirtmelidir.
Yasemin: Yaşamak yanılmak değil midir yoksa diye sorarken, bu kadar yanılmanın içinde şiir hem saat gibi günümüzü hem pusula gibi doğru yönü nasıl gösterebilir?
Dağlarca: Öyle göstermelidir ki, göstermiştir de; işte Yunus. Yunus’un şiirlerinde hem o saati, onun yaşadığı saati görüyorsunuz, hem bugünde olduğunuzu görüyorsunuz.
Yasemin: “… Kadınlar sevgilerini içlerine gömerler. Kıskanırlar kendilerini. Çoğu birisini severken kendisini sever. Böyle olmayanlar kıyar yaşamasına. Belki yanılıyorum. Yaşamak yanılmak değil midir”? diye soruyorsunuz ‘Yapıtlarımla Konuşmalar 1’ kitabında.
Gazetecilik kursunda ilk tanıştığımız gün böyle bir tartışmamızı hatırlıyorum sizinle aramızda. Kadınların farklılığının, şiir, resim vs. sanatın diğer alanlarındaki yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dağlarca: Evet. Uyanır uyanmaz …Dağ kadar olurken güzel olduklarını sanırlar.
Yasemin: Erkek bakışı, erkek ozan bakışı bu değil mi? Sizde öyle bir duruş var.
Dağlarca: Artmazlar, eksilirler. Çünkü bir gün gelir artık çocuk doğurmadıklarının, azaldığının belgesidir. Çatlasanız da patlasanız da. (gülüşmeler)
Yasemin: Bu da sizin kıskançlığınız olsa gerek.
Dağlarca: Kıskançlık değil, böyle kızım. Kıskanacak bir şey yok
Yasemin: Kendi doğurdukları çoğalır, kendileri azalırmış gibi görünürken.
Dağlarca: Evet çünkü doğanın çizgisi bu. Bak mesela kadınların ödü kopuyor menopoz dalgalarına. Tabiat istemiyor bir defa. Ben ne yapayım. Maalesef. Siz de biliyorsunuz ki, o yaştan sonra çocuklar eksik doğuyor, el ayak parmak bakımından.
Yasemin: O saatten sonra çocuk falan da bakılmaz zaten.
Dağlarca: Tabii bakılmaz. Tabiat ona o iştahı vermiyor. Bende olsa vericem ama Allah vermemiş ne yapayım?
Yasemin: Şeyh Galip’e Dörtlükler’de “Yaz, varlığımın sevinci gözdür/ görmek yaşamakla eş değerde” demişsiniz.
Dağlarca: Evet.
Yasemin: Görmenizin azalmasıyla birlikte yaşamdan azalan şeyler nedir Dağlarca?
Dağlarca: Kavramlar, deyimler, sözcükler söylemekle kalmıyor, görmek yerine de geçiyor. Gözler görse de görmese de bir konuktur. Amma şeyler konuştuk yine bugün...
Yasemin: Yine bir şiirinizden sizi yakalayayım.
Ölsem bile bir
Yaşındayım ki
Ölmek bana pa-
dişah değildir
diyorsunuz. Dağlarca’ya ne padişahtır diye sormak istiyorum.
Dağlarca: Yaşamayı severken bir büyük saltanatım vardır; şiiri sevmem. Bu saltanat, bildiğimiz saltanatları geçer, aşar. Çünkü saltanatlar coğrafi bir düzeyi kapsar. Gerçek sevgiye erişen kişi, hatta herkes sevgiyi ilk keşfeden gibidir. Ben bunu çok hissettim. Hani gelinle güveyin birleştigi odalar var ya zifaf odaları, orada her çocuk -onlara çocuk diyelim artık burada- bunu keşfeden gibidir. Halbuki bu arının binlerce yıldan beri yaptığı bir iştir. Atın bile, arının bile... Bu doğanın bakireliğidir.
Yasemin: Gerçek sevgi ile gerçek olmayan sevgiyi Dağlarca nasıl ölçer?
Dağlarca: Efendim hayatıyla ölçer, yaşamasıyla ölçer. Öyle sevgi anları vardır ki: İnsan ölüdür her gece, sabahleyin dirilir. Bir yeri ölü kalkar. Çünkü sevgi demin de söyledik; ödünç alınır ve ödenir. Yaşamasıyla ödenir. Kalabalık çocukların sevgisizliğiyle, eziyetiyle ödenir. Fedakarlığıyla ödenir. Ben çok insanlar gördüm ki artık kendi yaşamıyor; çocukları için yaşıyor, karısı için yaşıyor. Kendi yok. Sigara dumanından başka kendisinin bir şeyi yok. O sigara dumanı da teselli onun için, bütçesi ne kadar küçük olsa da o paketi almadan duramaz.
Düşünürüm arada bir; bütün evren bir tiyatrodur. Ve her hayvan bu tiyatroda bir figürandır. Her yaratık, her şey. O sahne biter öteki sahne başlar. Çekici durmadan çeker filmlerini; bunları nereye koyarlar, nerede biriktirirler bilemem. Belki şiir yaparlar, belki heykel yaparlar, belki müzik yaparlar; nerede birikir bilemem. En geç onlar mı, kim kalacak bilemem. Irmaklar mı, kuşlar mı kim kalacak bilemem? Kimi gitmez Yunus gibi. Giderken gitmez olmak isterim. Bir bölümü gider, bir bölümü de gitmez. Adını anacağım Yunus’un gitmezliği gibi.
Yasemin: “Öyle bir zaman gelecek ki, sevgiler bile gramla tartılacak” demiştiniz konuşmamıza başlarken. Siz kendi içinizdeki sevgileri tartığınızda, ölçüye vurduğunuzda en ağır gelenler neler?
Dağlarca: Sevgi de insanda bir konuktur. Onun geldiği an, altın saat diyelim, altın anlar diyelim, altın sürez diyelim. Sürez daha yakıştı; Türkçe çünkü. Onun geldiği an altın sürezdir. O geçen doğanın sırları içinde iki yaşama geçirir. Birisi olduğu anların yaşaması, bir tanesi geçmişte kalan sürez. Evet geçmişte kalan sürez bir ağrı gibi duruyor, hiç gitmiyor. Bin sene, on bin sene geçse o hiç gitmez. Sevgi, doğadaki büyük tiyatronun kulisidir.
İnsan, hele benim gibi yaşlılar bir de vergi verirler; söz vergisi.
Yasemin: Taş bana mı şimdi?
Dağlarca: Böyle bir tahsildar gönderiyor, topluyor paraları. (Gülüyor) “İnsan yaşarken hayatının bir bölümü o kitapta kalıyor ve sizden kopuyor sanki. Eksiliyorsunuz gibi oluyor, artıyorsunuz gibi değil.”
Yasemin: “Düngeceki- En Sevmek” kitabınızda sevgi çok somut görünüyor. Diğer sevi şiirlerinizden farklı olduğunu görüyorum.
Dağlarca: Ben bunu yazarken vallahi çok yerde ağladım. Hatta temize çekerken de kelimeler bozulmuştu onların doğrusunu zor bulabildim. İşte insanın böyle şeyleri olur, handikap diyorlar, yazarken düşeyazıyor. Yani düşer gibi oluyor. Öyle bir gerçek kitaptır ve bunu uzun müddet yaşayarak yazmışımdır. İşte insan yaşarken hayatının bir bölümü o kitapta kalıyor ve sizden kopuyor sanki. Eksiliyorsunuz gibi oluyor, artıyorsunuz gibi değil.
Yasemin: Siz o zaman kendinizi çok eksilmiş mi hissedeceksiniz 114 kitapla...
Dağlarca: Yazdıkça azalmak da değil, çoğalmak da değil... Yazdıkça kopma hissediyorsunuz, kopma. O andan kopma. O an, biraz daha geriye gidiyor. Yani yirmi sene evvelki şeyi yazarken siz kırk sene evvel oluyorsunuz. Bu yüzden, belki de anlam size gülümseyip gidiyor. Ahh ahh bunları insan anlayabilse çok doğru yazar ama anlayamıyor. Sonra yazmadığım bir şey var, çok acayip bir şey. Ne yazsanız sizden bir yerini saklıyor. Sanki tam anlamıyla evlenemediğiniz bir kadın gibi. Size orasını vermiyor. Kadın bir giz küpüdür; şiir daha çok bir giz küpü.
Yasemin: Tam bir teslim oluş yok öyle mi, büyük bir şaire bile?
Dağlarca: Tam tersi. Bir defa ne yazık ki zamanla insan ne kadar çağdaş ve ileriye dönük yazsa da sözcükler eskiyor. O sözcük, eskiyen bir sözcük şiiri mahveder.
Yasemin: Yaşamasına devam etmiyor mu şiir?
Dağlarca: Etmiyor, Mesala ben şimdi okuyorum eski şairleri. Anlaşılmaz sözcükler çoğaldıkça şair yok oluyor. Haşim çok büyük bir şairdir ama ne yazık ki Arap kökenli olduğu için Arapça’yı çok kullanmıştır bazı şiirlerinde. Bazen de bunun farkına varmış bunu temizlemiştir. O eski şiirleri çok daha güzeldir ama ne yazık ki anlaşılmaz. Yazdığı sözcükler o şairin yaşamasını yahut yaşamamasını sağlıyor. Yahya Kemal, Haşim’den çok daha iyi bir şair değildir, buna rağmen Yahya Kemal yüz derece tanınır, öteki yirmi derece tanınır. Haşim ilk defa şiire birçok gerçekliği taşımıştır. Klasik Türk zamanını gösteriyor, onun ihtişamını gösteriyor. Sonra onun bir şiiri var diyor ki: “Türkçe benim ağzımda annemin sütüdür.” Ben buna bir dörtlük yazmıştım: Dedim ki, bu adamın iki tane süt ninesi varmış, biri Arap biri Acem’miş. (gülüyor) Bu sütleri oradan almış. Hem diyor ki, Türkçe benim ağzımda annemin sütüdür, sonra bakıyorsun ki şiirlerinde Arapça, Farsça.
“Eskiden derdim ki ‘hiç resmim olmasa. Maalesef o bekaretimi de aldılar, gittiler.”
Dağlarca: Çocukluk resmimi çek de öyle git. Elini pantolona sokmuş, resmin en sağında bir çocuk, o benim. Onun suratına bak, çatık kaşlı maşlı bir çocuk. İsterseniz resmi oradan sökün de öyle çekin.
Hüsniye: Orada bayağı esmer görünüyorsunuz. Fotoğraftan mı?
Dağlarca: Efendim, öpüle beyazdan. Hüsniye Hanım ben eskiden böyle değildim, eskiden yakışıklıydım, şimdi bakma.
Hüsniye: Yine yakışıklısınız Hüsnü Bey’ciğim.
Dağlarca: Çeke çeke yaşar insan, çekilecek en sonunda. Çeke çeke yaşar insan, çekile çekile olur. Eskiden derdim ki ‘hiç resmim olmasa.’ Maalesef o bekaretimi de aldılar, gittiler.
Yasemin: Yakanızdaki nazar boncuğuna ne demeli Dağlarca?
Dağlarca: Sevenler taktılar.
“Kaç kişi 93 yaşına kadar gelmiş. Bunun uzun müddet tadını almışım, sevincini yaşamışım. Sözlerimin hiç olmazsa bir kısmını söyleyebilmişim. Türk edebiyatına bak! Allah’a çok şükür bu yaşa gelmiş ne romancı var, ne şair. Doğadan gelen bir madalya. Ben bunun bilinci içindeyim. Öyle ki yazı yazmak en büyük sağlıktır. İnsan yazı yazarken en büyük sağlığının süresini
yaşıyor.”
Yasemin: Kitap okuyabiliyor musunuz?
Dağlarca: Maalesef. Sevdiğim bazı arkadaşlar gelip bana okuyor. Ben şuna üzülüyorum. İnsanın en gerekli uzuvları önceden insana veda edip gidiyor. Mesela yürümenin temsilcisi ayak, görmenin kaynağı göz. Halk arasında bir söz var; Allah gözden, dizden noksan bırakmasın diye. Çünkü birisi yeryüzünün maddi yönünü görüyor, birisi yeryüzünün manevi yönünü görüyor. Ama insan yine kendini avutuyor. Şundan da çok memnunum gene. Kaç kişi 93 yaşına kadar gelmiş. Bunun uzun müddet tadını almışım, sevincini yaşamışım. Sözlerimin hiç olmazsa bir kısmını söyleyebilmişim. Türk edebiyatına bak! Allah’a çok şükür bu yaşa gelmiş ne romancı var, ne şair. Doğadan gelen bir madalya. Ben bunun bilinci içindeyim. Öyle ki, yazı yazmak en büyük sağlıktır. İnsan yazı yazarken en büyük sağlığının süresini yaşıyor. Beyin, ayaklar her taraf susuyor. Orada yalnız sağlık, doğadan aldığı belge ile ben de varım diyor. Sevgili Cahit Sıtkı, sevgili Orhan Veli; bunların hepsi yarım kalmış yaşamalardır.
Yasemin: Yazı - yazgı ilişkisi?
Dağlarca: Onun yazgısına yazı derler, bizimkine yazı. Ama mutlu kişiler kendi yazgılarını yazar. Bak yeri geldi. Azerbaycanlı bir şairin dörtlüğü. Bundan 100 yıl önce yaşamış. Onun mezarını da gördüm, müzesini de gezdim. Çok severim bu dörtlüğü. “
…Ağlar idim güler idi alem/ Bir öyle ömür geçir ki olsun mevkin sana hande/ Halka matem”. (Sabir) Türkçesi şu: Anımsıyor musun doğduğun günleri/ Sen ağlıyordun herkes gülüyordu/ Öyle bir yaşam geçir ki sen gülümse onlar ağlasın.
Dağlarca: Hüsnüye, sırası şimdi. Yahya Kemal’in gazelini söyle.
Hüsniye: Ama ben size bunu özel söylüyorum Fazıl Bey.
Dağlarca: Senden rica edeyim. Eğer söylersen gel beni öp. (Gülüşmeler) Gel evvela öperek başla. Hemen, vakit kaybetme.
Hüsniye: Hangisini söyleyeyim Fazıl Bey?
Dağlarca: Meşhur Yahya Kemal’in gazeli; Erenler.
Hüsniye: “Ömrüm şu biten neşvesi tam olsun erenler…”
Yasemin: “Ben gençliğimde güzel olmayan kadınların elini bile sıkmazdım” demiştiniz.
Dağlarca: Şimdi maalesef iyi göremediğim için o şeyi bıraktım. Şimdi nezaketine, terbiyesine bakıyorum. Biraz da kültürüne. Öyle gelen var ki, kadını da erkeği de. Buraya gelip bana şu suali soran bile var: “Siz yazdıklarınızı yayınlıyor musunuz?” Defol, buradan çık demek lazım ama gene susuyorum.
Yasemin: Bir futbolcuyla falan mı görüşmeye geldiğini sanıyorlar yoksa?
Dağlarca: Yani böylesi bile var. Ama gene ben işte yaşlılığımdan belki büyük af seviyesine ulaştığım için Allah’a şükür, gene onu pek bozmayıp, bazen yayınlıyorum falan diyorum.
Yasemin: Neler konuşuyorsunuz peki onlarla?
Dağlarca: Basmakalıp şeyler; ne zaman yazı yazmaya başladınız, şiir seviyor musunuz, şiir sizce ne demektir, klasik şeyler işte; oradan buradan kapmış getirmiş. Nitekim bazen birkaçını kovdum. Artık iyice cahillerini kovdum. Neredeyse bana okuryazar mısın diye soracaklar.
“Biz birikmiş tembelliğimizin mahkumuyuz. Kimsenin mahkumu değiliz.”
Yasemin: 91 yılında Hürriyet Vakfı’nda şöyle demiştiniz: “İnsan yaşlandıkça yurtsever, ulussever, ussever oluyor”.
Dağlarca: Evvela insan bunun ayırdında olmayabiliyor. Ama yaşlandıkça, sağı solu gördükçe, gözlemledikçe hepsinin sende ayıp gördüğü şeyleri çoktan daha fazlasını yaptığını görüyor. Fransızlar mesala uzaktan hümanist gibi görünürler ama içeriden o kadar Fransızlardır ki anlatılamaz. Her gün üç defa özgürlük lafı geçer ama yazdığım gibi kitaplarımda ‘Fransa Afrikası’ demekten de utanmazlar. Koskoca bir kıtaya kendi adlarını koymaktan utanmazlar. Bu bir defa Fransa’nın silinmez bir lekesidir.
Ulussever olmak. Hele şimdi bu toplamsal görüş, ulusal olmak onların hakkı, bizim hakkımız değil. Ama sen de olsana yahu! Bugün Fransa, Almanya, İngiltere yeryüzü kapışmasında birbirini yiyor.
Biz birikmiş tembelliğimizin mahkumuyuz. Kimsenin mahkumu değiliz. Kendi kendimizi bu hale sokmuşuz.
Yasemin: Dağlarca, “Toplumculuk olmazsa şiir de düz yazı da yazılamaz, bakmayın günün modalarına” diyorsunuz.
Dağlarca: Elbette. Zaten her şiir bir nevi ulusal kendini korumaktır. Dilinin ve ülkesinin korumasıdır. Bilinçaltında yahut da düşüncenin bizim farkında olmadığımız ileriki bakışlarından ötürü. Okumak yetmez, yeryüzünü görmek lazımdır.
“Toplumdan uzak yanım, toplumun kendinden uzak yanıdır.”
Yasemin: Dağlarca, bir toplumcu yanınız bir de toplumdan uzak yanınız var.
Dağlarca: Toplumdan uzak yanım, toplumun kendinden uzak yanıdır. Paradoks gibi görünen bir şey, doğrudur. Şunu anlatıyor: Toplum öylesine bilinçsiz ki kendi bilincinin bile, kendi varlığının bile farkında değil. Mesela Türk olduğunun, ayrı bir yapının, ayrı bir kişi uygarlığının sahibi olduğunun farkında değil. Bence uygarlıklar önce kişi uygarlığından başlar. Bu uygarlık bir yapı yapmak, bir tren yolu yapmak, ileri bir makine yapmak değildir. Bu uygarlık, görmüş geçirmişliktir. Bizim ulusumuz tarih boyunca en büyük coğrafyayı yaşamış bir ulustur. Orta Asya nerede, Anadolu nerede, hatta Avrupa’nın ortaları nerede? Biz Allah’a şükür bu coğrafyayı yaşamışız ve gövdemizin, usumuzun bilinçaltına o coğrafyayı katmışız. İşte bizim bizden koparılmaz üstünlüğümüz budur. Eğer ben gittiğim, gördüğüm bütün ülkelerde el üstünde tutulmuşsam -bunu gururla söylüyorum- hiçbirinden geri olmadığımı, birçok yerimin onlardan ileride olduğunu gözleriyle görmüşseler, bu, coğrafyanın bendeki yansımasıdır. Her Türk bence başka uluslardaki insanlardan farklıdır. Çünkü bizim gözlerimiz daha çoktur. Onların ikiyse bizimki üçtür, beştir, ondur, kırktır. Seçilmiş bir ulusuz. Şundan övünç duyarım; hiçbir dilden, hiçbir kavram hiçbir anlam katmadan Türkçemize onlarda olmayan anlamları, kavramları getirmiş, yaratmış, sunmuşum. Benim birçok dizem bütün Batı dillerinin hiçbirine çevrilemez. Bunu bana çevirmenlerim birçok kez söylemiştir. Söylenebilir ama ben şu kadar söylemişim, onlar bu kadar cümlelerle söyleyebilirler. Örnek: Hoo’lar kitabında bir dizem var:
İnsanlar insanlar geçer kapından/ Bir gece sevmişsindir. Bu ‘sevmişsindir’ sözü hiçbir dilde yok. Söylenebilir. Ama dediğim gibi; beş on kelimeyle. Türkçemizin bu zenginliğini ben duymuşumdur ve saklamışımdır şiirlerimle.
“Bir sözcüğün daha Türkçesini bulsam neredeyse pencereye bayrak asacağım.”
Yasemin: Siz dil konusunda hiçbir sıkıntı çekmediğinizi Türkçe’nin bunun için çok elverişli olduğunu söylüyorsunuz.
Dağlarca: Tabii. Ben eserlerimi çoğaltarak bunların gözüne soktum. Her zaman da sokmuş olacağım. Ben öyle kitaplar yazdım ki son zamanlarda, içinde yabancı sözcük yüzde 5’e indi. Ben bu işe başladığım zaman yüzde doksandı.
Yasemin: Yüzde 100 olacak mı?
Dağlarca: Eğer Allah bana on sene daha ömür verirse olur. Ama bunu sevmiyorlar ki yapsınlar. Bir defa kafaları sevmiyor bu işi. Halbuki ben, bir sözcüğün daha Türkçesini bulsam neredeyse pencereye bayrak asacağım. Öyle seviniyorum.
Mesela Delice Böcek kitabıma şöyle başlıyorum:
“Sayrı idi eşin kodun yuvada
iki yavrun iki ağlaşırkene ”
Orada sayrı kelimesini öyle koydum ki, artık kimse bu kelimeye yabancılık duymamalı. Çünkü eş kelimesinin verdiği sıcaklığın yanına koydum ki, o sıcaklıkla beraber sayrı sözcüğü yerleşsin. Ben buralarda çalışıyorum. Delice Böcek başlıyor yürümeye, taşları mezarları çiğneyip İzmir’e varıyor, 9 Eylül oluyor, İzmir kurtuluyor. İşte bu büyük bir kitaptır ve hiçbir ulusun destanı, şiirleri bu düzeye kadar çıkmamıştır. Burada vur kır yok, kasatura yok. Asıl kurtuluş budur. Sonra ben ‘Bağımsızlık Savaşı’ kitabımda bir yere kadar Osmanlıca yazdım, orada iyice dile hakim oldum sonra öz Türkçe yazdım. Sakarya savaşlarında Türkiye şunu kazandı demek istiyorum: Burada eski dili attık, yeni dile kavuştuk, milli varlığımıza kavuştuk. Ama bunu hangi yazar gördü? Hiçbiri. Bir de eleştirmenler yapay kişiler, zaten bilgisiz, sabırsız, bu kadar kitabı okur mu herif?
Yasemin: Orhan Burian farklıydı sizin için.
Dağlarca: Orhan Burian hayatımda gördüğüm beni ilk anlayan.
Yasemin: Ama son değil?
Dağlarca: Son değil çok şükür ki. Çünkü o öldü gitti. Son değil ama o adam bana mektup yazdı kendiliğinden beni buldu. Bana ‘bir elin nesi var iki elin sesi var’ın tadını yaşattı. O yüzden onu her zaman sevgiyle anarım. O da beni her zaman çok iyi değerlendirdi. Hatta dedi ki benim için, ‘Dağlarca haşmetle Türk edebiyatına girdi’ gibi yazılar da yazdı. Adam Londra’da yetişmiş, hatta öyle bir adamdı ki, öyle bir İngilizce biliyordu ki, Londra’da iken -onun arkadaşları bana söyledi- en eski İngilizce sözcüklerin tarihini ondan sorarlarmış, o bulur çıkarırmış arşivlerden. Öylesine çalışkan bir adamdı. Gözleri de bozuktu o yüzden, çok kalın gözlükleri vardı. Zavallı 40 yaşında apandistten gitti.
Yasemin: Ondan sonra sizi en çok anlayan kimler var?
Dağlarca: Çoğaldılar vallahi şimdi. Allah’a çok şükür ki beni anlayan seven çok kişi var. İzleyen, röportaj yapan kişi var. Özel sayılar yapan 20-30 dergi var. Çoğaldı.
Dağlarca: Hüsniye Hanım’ın söylediğine göre ben hala yakışıklı bir adammışım. Ben kendimi göremiyorum. Ama zaten kendimi hiç tanımam, bir şey söylesem gülersiniz. Bir gün, bundan 10 sene önce falan, Migros’un olduğu caddede yürüyorum, baktım vitrinde bir adam, yeşil gözlü, gayet temiz pak giyinmiş bir adam, “Ulan bu adam kim” diyorum? Arkama baktım kimse yok. Allah Allah, biraz daha yürüdüm, gene adam yürüdü camdan. Ulan ben miyim yoksa dedim? Benmişim meğerse.
Yasemin: Hay Allah!
Dağlarca: Vallahi billahi. Ben traş olurken aynada yalnız o yanağa, bu yanağa, bıyıklara bakar ve keserdim. Hiç kendime bakmam.
Yasemin: Kendinizle tanışmanız epey geç olmuş!
Dağlarca: Geç, on sene evvel, vallahi billahi. Samimiyetle söylüyorum. O adamı tanımadım, kim bu dedim. Vallahi inan, yeminle söylüyorum. Bu kim diyorum ya! Baktım kimse yok. Allah Allah. Gözlerimi gördüm, meğerse yeşilmiş. Hala bilmem nasıl?
Yasemin: O gün bugün hala yeşil Dağlarca, değişmemiş!
Dağlarca: Değişmemiş. Neyse.. Ben o zaman dedim ki, iyi bir şey ama pek de ilgilenmedim. Ne olacak, insanın asıl içidir güzel olan; huyudur, ahlakıdır, vefasıdır, insanlığıdır. Budur insanın güzelliği. Yoksa kaşınla gözünle alakadar bir şey değildir.
Yasemin: Tabii, kendinize gelince öyle diyorsunuz Dağlarca. Oysa gençliğinizde çirkin kadınların elini bile sıkmadığınızı söylemiştiniz bana. O günler geçti şimdi günah çıkartıyorsunuz. (Gülüşmeler)
Dağlarca: Eee ben kadın için söylemedim ama. Ben kendim için söyledim. Kadın deyince Bak Allah onu öyle yaratmış . Kadını yaratırken Allah daha itinalı yaratıyor. Çocukken bile daha başka türlü oluyor, büyümesi başka türlü oluyor. Babası her şeye rağmen erkek çocuğu sevse bile kız çocuğunun yerinin başka olduğunu hissediyor. Kadın bir geleceğin gömüsü olduğunu hissettiriyor, erkekte bu yok. Bu yaşta bile çocukta bir annelik kokusu vardır, bir doğurmak (üstüne basa basa söylüyor doğurmak sözcüğünün) güzelliği vardır. Erkekte bu yok. Erkek şey gibi, seyyar süzeğe benzer, eğilir şerbet verir ya, ona benzer; ama kadın öyle değil. Hele kız çocukta böyle, 10 yaşından itibaren göğsündeki o kımıldama var ya, o kızı birden bire büyütüyor.
Dağlarca: Canımı almayacaksın değil mi? Canıma kadar geldin.
Yasemin: Canınıza tak mı dedim Dağlarca?
Dağlarca: Canıma tak dedin. Güzel tabir. Güzel deyim. Hadi sorun?
Yasemin: ‘Karşılığında bir yaşama verilmemiş her şey değersizdir’ diyorsunuz.
Dağlarca: Evet. Bunu ben her zaman söylerim. Bu benim ana sözlerimden biridir. Başarının tek anahtarı budur. Ben günde iki saat piyano çalıyorum demek, ben piyanoyu biliyorum demek değildir. Bunu kendine ikinci yaşama edineceksin. Demiş ya bir müzisyen: Bir gün çalışmasam ertesi gün ben anlarım. İki gün çalışmasam dinleyicilerim anlar, üç gün çalışmasam halk anlar. Onun için her gün çalışmak zorundayım.
“Ben bir öğrenciyim. Şiir öğrencisiyim.”
Yasemin: “Sevgidir evrenin başını döndüren/ öpüşmese bir güncük/ duruverir gökyüzü”
Dağlarca: Bu onun çok edebi biçimde söylenişidir. Son sorunuzu sorun.
Yasemin: Son sözü siz söyleyin.
Dağlarca: İnşallah, son yirmi senenin içine bastım. (Gülüşmeler) Buna rağmen emin olun ben her gün yeniden işe başlayan yine de koca bir mermerden adam çıkarmaya uğraşan birisiyim. Ben bir öğrenciyim. Şiir öğrencisiyim.Bir şiir yazmıştım ‘dev’ diye. Dev derken Türk halkını kestettim. Kafasına vursan da uyanmıyor, morfin vursan da uyanmıyor. Uyanmıyor. Hele namussuz Batı’nın son kuralları: Ne diyor, Türkiye Atatürk’ün resmini asmayacakmış. Ulan köpek, Fransa’da adım başı Napolyon var be. Abideler bin tane. Onu niye tutuyorsun sen orada. Napolyon kim? Kalleşin biri. Evvela gelmiş devrimin subayı olarak, sonra devrimi ayaklar altına almış Cumhuriyet kurmuş bir köpek.
Şu satırla bitireyim. Yine benim bir dizem:
Göz görmediğinin büyümüşüdür.
RÖPORTAJ: YASEMİN ARPA
KAYNAK:NTVMSNBC
15 Ekim 2008 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder