22 Ekim 2010 Cuma

USTA OZAN ARİF DAMAR'I KAYBETTİK!


Şair Arif Damar bugün saat 03.00'te kaldırıldığı Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesinde kalp yetmezliği nedeniyle vefat etti.
Çanakkale'nin Gelibolu ilçesi Karainebey köyünde 1925'te doğan Damar, ilkokulu Çanakkale'de, ortaokulu İstanbul'daki Yenikapı Ortaokulu'nda bitirdi. İstanbul Erkek Lisesi'ndeki öğrenimini iki yıl sonra bırakan şair, şiir yazmaya orta birinci sınıf öğrencisiyken başladı.
İlk şiiri ''Edirne'de Akşam'', 1940 yılında (şair henüz 15 yaşında iken) Yeni İnsanlık adlı dergide, altında ''Harika Çocuk'' diye bir notla yayımlandı.
1944 yılında taşındığı Ankara'da 1950 yılına kadar yaşayan Damar, 1945 yılında Ant Dergisi'nde yayımladığı şiirlerle adını duyurdu. 1944-1947 yılları arasında Atatürk Orman Çiftliği'nde memurluk yapan şair, askerliğini Kayseri ve Sivas'ta sürgün alayında yaptıktan sonra 1950'de İstanbul'a döndü, Mahmutpaşa'da işportacılık yaptı.
''Arif Damar, zamanımızın en iyi şairlerinden biriydi. Zamanımızın en iyi ve en cesur insanlarından biriydi de. Arif Damar demek halkla beraber olmak, şiirle beraber olmak,insanlıkla beraber olmak demektir. Bir ömür boyu inançlarına ve şiirlerine sadık kalmış, düşüncesini gittikçe güzelleştirmiştir. Arif’in şiirlerinin ve kişiliğinin farkında olmayanlar bundan sonra farkına varacaklardır.'' (Yaşar Kemal)
1951 Eylülünden 1952 Martına kadar Yeryüzü adlı kültür dergisinin yönetiminde bulunan şair, 15 Kasım 1951'de yayımlanan ''Dayanılmaz'' adlı şiirinin ardından gizli örgüt üyesi olduğu suçlamasıyla 5 Aralık 1951'te tutuklandı. İki yıl cezaevinde kalan Damar, delil yetersizliğinden beraat etti.
Cezaevinden çıktıktan sonra çeşitli işlerde çalıştı. 1969'da Suadiye'de Yeryüzü Kitabevini kuran ve yöneten şair, yayınevinde yasak yayın bulundurduğu gerekçesiyle 1982'de üç ay hapis cezasına çarptırıldı, Bozcaada Tutukevinde yattı. 1984 yılında kitabevini kapatıp kendini bütünüyle yazılarına verdi. 1985 yılında Melih Cevdet Anday ile ortak imza attığı ''Yağmurlu Sokak'' adlı romanı yayımlanan şair, en son Cumhuriyet gazetesinde 'Ayın Şairi' bölümünü hazırlıyordu.

Damar'ı cezaevine götüren şiiri:

DAYANILMAZ

Gözlerini ölüm bürüdü onların
korkulu rüyalarda uyanıyorlar uykularından.

Günden güne daha cana yakın
günden güne daha yaşanacak hale gelsin diye
her gün daha sağlam
daha usta
daha kahraman ellerle onarılan yeryüzü
eskisinden dar geliyor onlara
eskisinden düşman.

Ne günün ilk ışığı
ne balık sürülerinin ışıldaması suda
ne güneşe uzanan dal
ferahlık vermiyor içlerine.

Çalınan insan emeği yaşatmaz oldu
korkulu rüyalarla uyanarak uykularından
korkunç kararlar verdiler.

Karşı koymazsak eğer
tehlikededir günlük ekmeğimiz
bacamızın tütmesi tehlikededir
evimiz, aşkımız, çocuğumuz
pencerede saksı
kitap sevgisi, insan sevgisi
tehlikededir.

Gözlerini ölüm bürüdü onların
uyumak, uyanmak tehlikededir,
tehlikededir çiçek koklamak
bardakta su, ateşte yemek
bahçede güneş tehlikededir.

Tehlikededir gözbebeklerimiz
Adana'nın pamuğunu yabancılar işliyor
dokuma tezgahları tehlikededir.
İzmir'in üzümü, fındığı Giresun'un
Samsun'un tütünü tehlikededir.
Kapanıyor fabrikalar birer birer
varımız yoğumuz tehlikededir.

Fakat korkunç kararlara ve tehlikelere aldırış etmeden
boy atan başakların şarkısı devam eder
topraktan güneşe avaz avaz.
Çatlayan tohumdaki yaşamak arzusu
her zaman galip, her zaman hür,
dağlardan akan suyun sevinci
her zaman genç, delikanlı
kabına sığmaz...

Dayanılmaz
çocuğunu emziren ananın şefkatine
-yırtıcı, derin-
hilelere, ölümlere karşı gelir
memedeki çocuğun iştahı,
kudreti sonsuz,
dayanılmaz.

Ve sen gözbebeğim
sen erkek sesinle
"İşsiz kalmasın insanlar, öldürmeyelim birbirimizi." dersin
milyonların içinden
milyonlardan ve gün ışığından uzağa götürülür,
işkence görür,
hapis yatar,
sürgün edilirsin;
sevilecek şeyler değilse de bunlar
DAYANILIR...

Halbuki günden güne yaşanacak hale gelen yeryüzünde
toprağın ve insanoğlunun ümitle yarattığı her şey
çatlayan tohum, akan su,
ana şefkati, çocuk iştahı, insan tahammülü,
hayatı öven şiir,
kardeşliği söyleyen şarkı,
mücadele eden resim,
ve emekçinin yüreği, elleri, hasreti
harbe ve ölüme karşıdır
DAYANILMAZ...

Kaynak:ntvmsnbc.com
MERHABA

Yaklaşık bir yıl aradan sonra sayfaya bir şeyler yazıyorum...
Bir yıl uzun bir zaman...ancak annemin ölümünden sonra nedense sayfaya bir şey eklemek gelmedi içimden.Şiir yazmakta öyle...Ölüm acısı bu tür durumlarda her şeyin önüne geçiyor...Sizin neleri önemseyip neleri önemsemediğinizin bir önemi kalmıyor.
Yaşam devam ediyor...Ölümler yeni doğumları beraberinde getiriyor...2010 mart ayında yaşamımıza bir ''Ozan'' katıldı...şimdilik emekleme aşamasında,ama yakında yürüyecek...Dileğimiz adı gibi yürekli,namuslu bir ozan olması.
Sağlıcakla...

28 Kasım 2009 Cumartesi

ÖLÜMÜNÜN 7.YILINDA USTA ŞAİR MELİH CEVDET ANDAY'I SAYGIYLA ANIYORUZ...


1915 yılında İstanbul' da doğdu. 28 Kasım 2002'de hayata veda etti. Babası avukattı. 1931' de Kadıköy Ortaokulu' nu, 1936' da Ankara Gazi Lisesi' ni bitirdi. Önce Ankara Hukuk Fakültesi' ne, sonra Dil ve Tarih-Cografya Fakültesi' ne girdiyse de devam etmedi. 1938 yılında sosyoloji öğrenimi için Belçika'ya gitti. Burada kısa bir süre kaldıktan sonra, II. Dünya Savaşı nedeniyle yurda döndü. 1942' dn başlayarak Ankara Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü'nde danışmanlık, Ankara Kitaplığı'nda memurluk, gazetecilik yaptı. 1951' de İstanbul' da "Akşam" gazetesinde çalışmaya başladı. "Tercüman", "Büyük Gazete", "Tanin" ve "Cumhuriyet" gazetelerinde fıkra yazarlığı, sanat sayfası yöneticiliği yaptı, denemeler yazdı. 1954' te başladığı İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü fonetik-diksiyon öğretmenliğinden 1977 yılında emekli oldu. 1964-69 yılları arasında TRT Yönetim Kurulu'nda çalıştı. 1979'da UNESCO Genel Merkezi kültür müşaviri olarak Paris'e gitti. Hükümet değişince geri çağrıldı. Mikado'nun Çöpleri adlı oyunuyla 1967-68 İlhan İskender Armağanı'nı, Gizli Emir adlı romanıyla TRT 1970 Sanat Ödülleri Roman Armağanı'nı, Tarjel Vesaas'dan çevirdiği Buz Sarayı romanıyla TDK 1973 Çeviri Ödülünü kazandı. Teknenin Ölümü adlı şiir kitabıyla 1976 Yeditepe Şiir Armağanı'nı Sözcükler adlı şiir kitabıyla 1978 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü'nü, ÖlümsüzlükArdında Gılgamış adlı şiir kitabıyla da 1981 İş Bankası Büyük Ödülü'nü aldı. Melih Cevdet ANDAY şiire Gazi Lisesi'nde arkadaşları Orhan Veli ve Oktay Rifat'la başladı. Daha sonraları "Garip" hareketi çevresinde oluşacak beraberliklerinin temeli böylece atılmış oldu. Daha Lise öğrencisiyken "Sesimiz" adlı duvar gazetesinde edebiyata ilgileri iyice belirmişti. Anday'ın ilk şiiri 1936 yılında "Varlık"ta yayımlanan "Ukde" oldu. Aynı dergide yer alan, dönemin egemen şiir tutumuna uygun şiirlerden sonra, 1938'den başlayarak yerleşmiş kurallaraboyun eğmeyen şiirlerini yayımlamaya başladı. "Varlık" dergisinde birlikte yaptıkları bir çıkışla, Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Türk şiirine yeni bir anlayış getirdiler. Kentte yaşayan küçük insanların sorunlarını lirizme, ahenge, sese sırt çeviren bir sadelik içinde ele alıyor, şiire girmez denilen konulara, sözcüklere özellikle ağırlık veriyorlardı. Yaptıkları denemeler edebiyat çevrelerinde büyük ilgiyle karşılandı, tartışmalara yol açtı.
1941'de çıkardıkları Garip adlı kitapta Orhan Veli'nin imzasıyla bu yeni anlayışın temel ilkeleri şöyle açıklandı : "Şiir, bütün özelliği edasında olan bir söz sanatıdır." Bu yazıda, ölçü ve uyak sınırlarını kırmak, şairanelikten kurtulmak, halkın beğenisini arayıp bulmak , klasik biçimlere başvurmamak, dize düşkünlüğünden kurtulup şiirde bütünlüğe yönelmek gibi ilkeler öneriliyordu.
Garip hem büyük bir ilgi ve sevgi yarattı, hem de yergiye, hatta alaylara konu oldu. Ancak Türk şiirinin genel çizgisi içinde, geleceeğ uzanacak bir atılım yapılmış, şiiri kuşatan kimi kısıtlamalar sökülüp atılmıştı.
Melih Cevdet ANDAY'ın, bu dönemde bile, hep birlikte karşı çıktıkları şairaneliğe yatkın yönlerini bütünüyle örtemediği görülür. Garip'ten beş yıl sonra çıkardığı Rahatı Kaçan Ağaç'ta ise toplumumuzda ki yoksulluk, haksızlık gibi olgulara ince bir yergiyle karşı çıkarken, bir yandan da geleneksel Türk şiiriyle uzak bağlar kurmaktan çekinmedi.
1947-49 döneminde, "Yaprak" dergisinde yayımladığı şiirlerinden oluşan Telgrafhane adlı kitabında toplumsal sorunlara bağlı konuları işlemeye daha da ağırlık verdi. Bu şiirlerde dil alabildiğine yalınlaşmıştı, büyük kent insanının günlük konuşmalarındaki deyimlerden bol bol yararlanıyorduç Ölçü, uyak, "Garip" şiirinde dışlanan söz sanatları da yeniden şiir kurmakta yararlanılan öğeler arasına girmişti. Bu dönemin en başarılı şiirlerinden biri olan "Tohum"da ölçü ile uyak büyük bir başarıyla kullanılıyordu. Ayrıca, bütün şiir yarı gizli bir simgeyle yüklüydü.
1956 yılında yayımlanan Yanyana'daki şiirlerin aynı doğrultuda ilerlediği görüldü. Şiire geleneksel biçimler ağırlıkla girmiş, şiir dokusuna uyaklar egemen olmuştu. Alay, ince yergi, lirizm, coşku yan yanaydı. Kullanılan sözcüklerde de bir değişme göze çarpıyordu. Önceki dönemlerdeki ağaç, deniz, bitki vb. gibi somutlukların yanı sıra çağ, dünya, yeryüzü, doğa gibi soyut kavramlar da kullanılmaya başlanmıştı. Şair belirli düşünceler üzerinde yoğunlaşırken, biçimin kusursuzluğuna iyiden iyiye özen gösteriyordu.
Bu değişimin nedenlerini araştırırken, "Garip" anlayışının 1950-1955 döneminde, özellikle şiire yeni başlayanlar arasında olağanüstü yaygın bir etkisi olduğunu, bir zamanların yeniliğinin artık iyice eskitildiğini de göz önünde tutmak gerekir. Gerçekten de dönemin dergi sayfaları bu şiirin kötü kopyalarıyla dolmuş, şiiri giderek yalnızca küçük olayların basit bir dille aktarıldığı, bütün gücü az sayıdaki dizelerin içine sıkıştırılmış küçük bir buluşta olan bir tür haline gelmişti. Bütünüyle birbirine benzeyen bu şiirlerin altında imza olmasa, kimin yazdığını çıkarmak neredeyse olanaksızdı.
Melih Cevdet ANDAY, son kitabının üzerinden uzunca bir zaman geçtikten sonra, 1963'te Kolları Bağlı Odysseus'u yayımladığında edebiyat çevrelerinde belirgin bir şaşkınlık görüldü. Daha öncenin açık, anlamını kolay ileten, tadına kolay varılan şiirininyerini, konusunu mitolojiden alan, kapalı, tadına güç varılan bir şiir almıştı. İnsanoğlunun doğa karşısında gelişimini, "Neredeyiz? Nereden geliyoruz? Bütün müyüz, parça mıyız?" gibi zamana bağlı olmayan sorularla irdeleyen "zamansız" bir şiir.
Kolları Bağlı Odysseus ve ardından gelen Göçebe Denizin Üstünde ile Teknenin Ölümü bir arada düşünüldüğünde, Anday' ın toplumsal sorunları aktarma ve uyarma gibi daha önce şiirinde yer alan bir görevi düzyazıya aktarıp, salt düşünsel bir şiire ulaşmak istediği anlaşılır. Gerçekten de, 1960 sonrasında hem Türkiye genelinde, hem Türk şiir ortamında çok şey değişmiş, daha önceleri şiirin sözcülük etmeye çabaladığı kimi konular, asıl uzmanlarınca gündeme getirilip tartışılmaya başlanmıştı. Şairin kendisi de deneme ve makaleleriyle bu tartışmalara katılarak görüşlerini bildiriyordu.
Öte yandan şiirinin taşıyamadığı konuları, insanlar arası durumları 1965' ten sonra yayımlamaya başladığı romanlarında ele alıyor, oyunlarında çağdaş insanın yerleşik değerlerle ve düzenle çatışmasını irdeliyordu. Böylece şiiriyle, kimi görüşleri aktarmak ve yaymak yerine, yaşam, doğa, dünya, tarihsellik gibi felsefenin yüzyıllar boyu uğraştığı konularda yoğunlaşmak olanağını yakalamıştı. Felsefeye bile öncülük edebilecek, biçim yönünden oldukça derinleşen bir şiire ulaşılmıştı.
Melih Cevdet ANDAY'ın şairliği; tüm şiirleri gözden geçirildiğinde açıkça görülebildiği gibi, durmadan değişmiş, sürekli bir gelişme göstermiştir.
Yapıtları Rusça, Fransızca, İngilizce, Bulgarca, Yunanca'ya, Sırp ve Polonya dillerine çevrilmiş; UNESCO'nun Courrier dergisi 1971 yılında onu Cervantes, Dante, Tolstoy, Unamuno, Seferis Kawabata düzeyinde bir edebiyat adamı olarak gördüğünü açıklamıştır.
ZAMANLAR

Hepsini gördüm ayrı ayrı,
Kuşların zamanı tunç rengindedir.
Tanrılardır taşın zamanı,
Denizin zamanı ölür dirilir.


Göğü tanıyamadım, yok ki,
Sahipsiz zamanlarla doldurmuşlar,
Ama ordan iner o eski
Ölümsüz sevdaların zamanı kar

Ve havlamayan dev köpekleriyle
İnsanın zamanı... Olmayan
Ama hayalet bir yasemin gibi kokan,
Toprağımız eşelendikçe.


SEVİNCİN YARISI

Kuşlar yağmur yağdırır da
Yağmur güneşi vururdu ya
Ben sana gelirdim


Sevincin yarısı ağzımda
Zambağa birikir sabahlar
Ovalar atlara binerdi


Kulesine koşuşunca deniz
Cebimde geceden yıldızlar
Arılarla ballarla kanımda


Yüreğim avuç olurdu da
Sonra çeşme de olurdu ya
Mutsuz dönüşler ayında

Ben sana gelirdim


KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

1.
Kara gemi Okeanos ırmağının
Akıntısından kurtulup tanrısal
Denizde Ayaye adasına varınca
Onu kumsala çektik ve uykuya
Dalarak tanrısal şafağı bekledik.
Sabah sisi içinde doğan
Gül parmaklı şafak
Elpenor' un yüzüstü yatan ölüsünü
Bulmuştu ilk önce kıyıda.
Martı leşleri ve deniz kabukları arasına
Törenle gömdük onu kederli
Gönülle ve yanık yüzlü şaraptan
İçerek dinledik Kirke'yi.


2.
Tanrıçaların en tanrısalı
Güzel belikli Kirke eyitti :
"Sen Odysseus iki ölümlüsün
Hades'i gördün daha yaşarken
Güneş doğmayan neşesiz ülkeyi
Günlerce karanlıkta kaldın
Çünkü İthaca yaşatıyordu seni
Tanrısal denizde ordan oraya
Bin yıldır aradığın ada...
Konağının sarsılmaz temeli
İkarios kızı Penelopeia
Ve erdemli dölün Telemakhos
Bütün ülkün ve sevgin olan İthaca."


3.
İyi dinle söyleyeceklerimi
Her şeyi olduğu gibi anlatacağım sana
Ki yeni uğursuzluklar yüzünden
Denizler ortasında kalma bir daha.
Önce Sirenlere rast geleceksiniz
Koruyun onlardan kendinizi
Yabansı ezgilerle büyüleneceksin
Ordan çarçabuk uzaklaşmalı ki
Büsbütün yok olmasın İthaca.
Sirenleri aştıktan sonra kürekçilerin
İki yol çıkacak karşına birden
Acaba bunlardan hangisi?
Artık onu orda sen bileceksin!"


4.
Oysa İthaca'yı hiç görmemiştim
Penelopeia yoktu, Telemakhos da,
Ama İthaca kafamda onlardan kurulu idi.
Tanrıçaların en tanrısalı
Kirke'nin bile söyleyemediği
Bu yolu bulup geçeceğim;
Ama ne denli güç olursa olsun
Bilerek varmak istiyorum şimdi
Sirenlerin ezgilerini dinleyeceğim
Dedim ve büyük bir mum peteğini
Tunç hançer ucu ile ezdim çabucak
Tıkadım kürekçilerin kulaklarını bir bir
Orta direğe bağlattım kendimi.


5.
Kürekçilerim hasatsız denizi
Köpürttüler kürekleriyle,
Tez yürüyüşlü gemi gün batarken
Ulaştı Sirenlerin adasına,
Yüreğim kopacak gibiydi
Kanatlanıp uçacak gibiydi, ama
Sirenlerin izi bile yoktu ortada.
Yalnız bir ezgi, ta derinden
Ta içerimden gelen bir ezgi
Başladı yavaş yavaş yükselmeye;
O yabansı, o büyülü türküleri ben
Söylüyordum sağır gemicilere
Yalnız ben duyuyordum Sirenleri.
Kirke, bilge tanrıça, selam sana!
Sağ salim geçtim kendimi.


DEFNE ORMANI

Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.

Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.


Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hala yeşil bir defne ormanı altında.


ANI

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma

Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma

Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma

Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.

Melih Cevdet ANDAY

2 Temmuz 2009 Perşembe

ANNEMİ KAYBETTİK!

01/01/1948-30/06/2009

VAROLUŞ SEBEBİM
anneme...

yüreği yufkadır annemin,
göğsüne iğnelediği paslanmış muska
ve yazılanlar kanlı bir tarihin sözcükleridir.
yunakta soyunur yalnızlığından
ve suyla arınır geçmişinden.
acıları gözbebeklerinde
sönmüş bir yanardağ ağzıdır
sunak taşında tokaçlar bütün kirli elbiselerini
öç alır yaşamından.
buruktur gülüşü,esirgeyen ve bağışlayandır.

ve annem yorgun bir kadın imgesidir...


yüreği yufkadır annemin,
terli düşler kurar ve kurduğu düşlerde boğulur.
terle uyanır kan uykularından
ve acıyla dokunur elleri sabaha.
suyu azalan ırmaklar dökülür
alnındaki derin çizgilerden.
gizli yağmurlar biriktirir yüreğinde
bütün kelimeleri besleyen.
baharat kokar avuçları,
okşarken saçlarıma bulaşan o baharat kokusu
ve uzak uzun yollara uğurlarken
arkamdan döktüğü sular gözyaşlarıdır.
buruktur gülüşü,esmer ve kimsesizdir.

ve annem yorgun bir kadın imgesidir...

MUSTAFA KOÇ

Ölüm denen gerçek onu aramızdan zamansız aldı.28 Haziran Pazar gecesi yüksek tansiyona bağlı beyin kanaması nedeniyle hastaneye kaldırıldı. 30 Haziran Salı akşamına kadar yoğun bakım ünitesinde yaklaşık iki gün ölümle pençeleşti.Ve salı günü saat 19.30 sularında aramızdan ayrıldı.

Yaprak daldan koptu,düştü.Onunla yaşanılan her an bir düş'tü zaten...Gerçek olamayacak kadar güzeldi.

güzelliğin sinmiş
yaşamın bahçesine
bozkırda ısssız
kimsesiz kaldım...

seni çok özleyeceğiz anneciğim...

25 Haziran 2009 Perşembe

ÖLÜMÜNÜN 4.YILINDA KAZIM KOYUNCU'YU VE TÜM ÇERNOBİL MAĞDURLARINI SAYGIYLA ANIYORUZ!







O yaşadı. Yollar gördü yaşadığını. Şarkılar, türküler gördü. Çocuklar, gençler gördü.Hayallerine ve cesaretine güvendiği, arkadaşlarım dediği gençler... Onun tılsımlı sesine ve müziğine kendini bırakan gençler... Gördü. Ama o gitti.

Dağları, denizleri, gökleri bize bırakarak... Baharları, yazları, kışları, kuşları, balıkları, kedileri... Şarkıları, türküleri, yolları bize bırakarak gitti...

Sözü ona bırakalım...

"Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Çe" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya."

“Viya” sahil yoluna nazik bir tepki idi

“Bu bir simgeydi. Küçük bir şey. Onu da albümün içine de koyduk. Öyle kocaman bir sahili yol yapmak için dolduruyorsunuz. Dünyanın hiçbir yerinde yoktur böyle bir şey. 700-800 sene sonra bu sahiller tekrar elimize gelecek ve bu insanlar yüzünden tarihin içini boşaltmış olacağız. 700-800 sene sonra sahil oluşacak efendime söyleyeyim, kaç bin yılda oluşmuş sahilimiz yok olacak. Siz kimsiniz ya, binlerce yılda oluşan bir şeyi siz hangi kafayla, hangi vicdanla tutup da yok edebiliyorsunuz?. İnsanın geleceğiyle oynuyorsunuz. Sizin kısa vadede kazanacağınız birkaç milyon doların karşılığı milyonlarca insanın geleceği ve bütün dünyanın ortak mirası olan oradaki doğa, oradaki deniz, oradaki fırtına deresi, oradaki Artvin’in dereleri. Bütün bunlara karşı çıkmak için ne filozof olmak lazım ne sanatçı. Hiçbir şey olmaya gerek yok. Sadece gören bir çift göze sahip olmak... Korkmamak lazım. Devlet niçin var? Devlet modern toplumda benim için var. Topluluk için değil, bütün halk için de değil. Ayrı duranlar için, daha marijinal duranlar için, hayatı tehlikede olanlar için devlet vardır. Hak hukuku böyledir yanı. Ama öyle bir gelenek yok. Türkiye’de her şey devlet için. Hayır efendim devlet benim haklarımı korumak için var. Ben devleti korumak için ne çaba sarf edeceğim? Koskoca devlet yani...”

Kazım Koyuncu Trabzon Dernekler Birliği’nce 23 Nisan 2005’te organize edilen “Çernobil’in Etkileri ve Hasta Hakları” konulu panele hasta olduğu halde konuşmacı olarak katılmıştı. Orada şunları söylemişti:

"O koca burnumu her şeye soktuğum için bu hastalığın da tanrıdan geldiğini düşünüyorum” sözleriyle dinleyenleri güldürmeyi başarmıştı. Konuşmasında, “Bir kaset yaptım, gazete çıkarır gibi yazdım. Hayatta hep gıcık işlerle uğraştım. “Beni kanser ettiniz” demek istiyorum. Her şeyin içinde bulunmak zorundaydım. Sistem bizim gibi insanları dinlemiyor. Asi, muhalif... Kanser beni ilgilendirmiyor. Beni yaşamlar ilgilendiriyor. Mücadele edin. Güç bizde. Yönetenlerden kanserden ölen var mı son dönemlerde? Ben Türkiye’de her şeyin bir sektör olduğuna inanıyorum. Türkiye’de hiç radyasyon olmasa da sistemin kendisi yeter zaten. Ama hiç merak etmeyin bundan sonra da muhalif, illet, deli bir herif olmaya devam edeceğim”

sonsuz teşekkürler Kazım KOYUNCU bizlere bıraktığın her şey için...

ERKAN OĞUR-EKSİKLİK KENDİ ÖZÜMDE