22 Ekim 2010 Cuma
Şair Arif Damar bugün saat 03.00'te kaldırıldığı Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesinde kalp yetmezliği nedeniyle vefat etti.
Çanakkale'nin Gelibolu ilçesi Karainebey köyünde 1925'te doğan Damar, ilkokulu Çanakkale'de, ortaokulu İstanbul'daki Yenikapı Ortaokulu'nda bitirdi. İstanbul Erkek Lisesi'ndeki öğrenimini iki yıl sonra bırakan şair, şiir yazmaya orta birinci sınıf öğrencisiyken başladı.
İlk şiiri ''Edirne'de Akşam'', 1940 yılında (şair henüz 15 yaşında iken) Yeni İnsanlık adlı dergide, altında ''Harika Çocuk'' diye bir notla yayımlandı.
1944 yılında taşındığı Ankara'da 1950 yılına kadar yaşayan Damar, 1945 yılında Ant Dergisi'nde yayımladığı şiirlerle adını duyurdu. 1944-1947 yılları arasında Atatürk Orman Çiftliği'nde memurluk yapan şair, askerliğini Kayseri ve Sivas'ta sürgün alayında yaptıktan sonra 1950'de İstanbul'a döndü, Mahmutpaşa'da işportacılık yaptı.
''Arif Damar, zamanımızın en iyi şairlerinden biriydi. Zamanımızın en iyi ve en cesur insanlarından biriydi de. Arif Damar demek halkla beraber olmak, şiirle beraber olmak,insanlıkla beraber olmak demektir. Bir ömür boyu inançlarına ve şiirlerine sadık kalmış, düşüncesini gittikçe güzelleştirmiştir. Arif’in şiirlerinin ve kişiliğinin farkında olmayanlar bundan sonra farkına varacaklardır.'' (Yaşar Kemal)
1951 Eylülünden 1952 Martına kadar Yeryüzü adlı kültür dergisinin yönetiminde bulunan şair, 15 Kasım 1951'de yayımlanan ''Dayanılmaz'' adlı şiirinin ardından gizli örgüt üyesi olduğu suçlamasıyla 5 Aralık 1951'te tutuklandı. İki yıl cezaevinde kalan Damar, delil yetersizliğinden beraat etti.
Cezaevinden çıktıktan sonra çeşitli işlerde çalıştı. 1969'da Suadiye'de Yeryüzü Kitabevini kuran ve yöneten şair, yayınevinde yasak yayın bulundurduğu gerekçesiyle 1982'de üç ay hapis cezasına çarptırıldı, Bozcaada Tutukevinde yattı. 1984 yılında kitabevini kapatıp kendini bütünüyle yazılarına verdi. 1985 yılında Melih Cevdet Anday ile ortak imza attığı ''Yağmurlu Sokak'' adlı romanı yayımlanan şair, en son Cumhuriyet gazetesinde 'Ayın Şairi' bölümünü hazırlıyordu.
Damar'ı cezaevine götüren şiiri:
DAYANILMAZ
Gözlerini ölüm bürüdü onların
korkulu rüyalarda uyanıyorlar uykularından.
Günden güne daha cana yakın
günden güne daha yaşanacak hale gelsin diye
her gün daha sağlam
daha usta
daha kahraman ellerle onarılan yeryüzü
eskisinden dar geliyor onlara
eskisinden düşman.
Ne günün ilk ışığı
ne balık sürülerinin ışıldaması suda
ne güneşe uzanan dal
ferahlık vermiyor içlerine.
Çalınan insan emeği yaşatmaz oldu
korkulu rüyalarla uyanarak uykularından
korkunç kararlar verdiler.
Karşı koymazsak eğer
tehlikededir günlük ekmeğimiz
bacamızın tütmesi tehlikededir
evimiz, aşkımız, çocuğumuz
pencerede saksı
kitap sevgisi, insan sevgisi
tehlikededir.
Gözlerini ölüm bürüdü onların
uyumak, uyanmak tehlikededir,
tehlikededir çiçek koklamak
bardakta su, ateşte yemek
bahçede güneş tehlikededir.
Tehlikededir gözbebeklerimiz
Adana'nın pamuğunu yabancılar işliyor
dokuma tezgahları tehlikededir.
İzmir'in üzümü, fındığı Giresun'un
Samsun'un tütünü tehlikededir.
Kapanıyor fabrikalar birer birer
varımız yoğumuz tehlikededir.
Fakat korkunç kararlara ve tehlikelere aldırış etmeden
boy atan başakların şarkısı devam eder
topraktan güneşe avaz avaz.
Çatlayan tohumdaki yaşamak arzusu
her zaman galip, her zaman hür,
dağlardan akan suyun sevinci
her zaman genç, delikanlı
kabına sığmaz...
Dayanılmaz
çocuğunu emziren ananın şefkatine
-yırtıcı, derin-
hilelere, ölümlere karşı gelir
memedeki çocuğun iştahı,
kudreti sonsuz,
dayanılmaz.
Ve sen gözbebeğim
sen erkek sesinle
"İşsiz kalmasın insanlar, öldürmeyelim birbirimizi." dersin
milyonların içinden
milyonlardan ve gün ışığından uzağa götürülür,
işkence görür,
hapis yatar,
sürgün edilirsin;
sevilecek şeyler değilse de bunlar
DAYANILIR...
Halbuki günden güne yaşanacak hale gelen yeryüzünde
toprağın ve insanoğlunun ümitle yarattığı her şey
çatlayan tohum, akan su,
ana şefkati, çocuk iştahı, insan tahammülü,
hayatı öven şiir,
kardeşliği söyleyen şarkı,
mücadele eden resim,
ve emekçinin yüreği, elleri, hasreti
harbe ve ölüme karşıdır
DAYANILMAZ...
Kaynak:ntvmsnbc.com
Yaklaşık bir yıl aradan sonra sayfaya bir şeyler yazıyorum...
Bir yıl uzun bir zaman...ancak annemin ölümünden sonra nedense sayfaya bir şey eklemek gelmedi içimden.Şiir yazmakta öyle...Ölüm acısı bu tür durumlarda her şeyin önüne geçiyor...Sizin neleri önemseyip neleri önemsemediğinizin bir önemi kalmıyor.
Yaşam devam ediyor...Ölümler yeni doğumları beraberinde getiriyor...2010 mart ayında yaşamımıza bir ''Ozan'' katıldı...şimdilik emekleme aşamasında,ama yakında yürüyecek...Dileğimiz adı gibi yürekli,namuslu bir ozan olması.
Sağlıcakla...
28 Kasım 2009 Cumartesi
ÖLÜMÜNÜN 7.YILINDA USTA ŞAİR MELİH CEVDET ANDAY'I SAYGIYLA ANIYORUZ...
1941'de çıkardıkları Garip adlı kitapta Orhan Veli'nin imzasıyla bu yeni anlayışın temel ilkeleri şöyle açıklandı : "Şiir, bütün özelliği edasında olan bir söz sanatıdır." Bu yazıda, ölçü ve uyak sınırlarını kırmak, şairanelikten kurtulmak, halkın beğenisini arayıp bulmak , klasik biçimlere başvurmamak, dize düşkünlüğünden kurtulup şiirde bütünlüğe yönelmek gibi ilkeler öneriliyordu.
Garip hem büyük bir ilgi ve sevgi yarattı, hem de yergiye, hatta alaylara konu oldu. Ancak Türk şiirinin genel çizgisi içinde, geleceeğ uzanacak bir atılım yapılmış, şiiri kuşatan kimi kısıtlamalar sökülüp atılmıştı.
Melih Cevdet ANDAY'ın, bu dönemde bile, hep birlikte karşı çıktıkları şairaneliğe yatkın yönlerini bütünüyle örtemediği görülür. Garip'ten beş yıl sonra çıkardığı Rahatı Kaçan Ağaç'ta ise toplumumuzda ki yoksulluk, haksızlık gibi olgulara ince bir yergiyle karşı çıkarken, bir yandan da geleneksel Türk şiiriyle uzak bağlar kurmaktan çekinmedi.
1947-49 döneminde, "Yaprak" dergisinde yayımladığı şiirlerinden oluşan Telgrafhane adlı kitabında toplumsal sorunlara bağlı konuları işlemeye daha da ağırlık verdi. Bu şiirlerde dil alabildiğine yalınlaşmıştı, büyük kent insanının günlük konuşmalarındaki deyimlerden bol bol yararlanıyorduç Ölçü, uyak, "Garip" şiirinde dışlanan söz sanatları da yeniden şiir kurmakta yararlanılan öğeler arasına girmişti. Bu dönemin en başarılı şiirlerinden biri olan "Tohum"da ölçü ile uyak büyük bir başarıyla kullanılıyordu. Ayrıca, bütün şiir yarı gizli bir simgeyle yüklüydü.
1956 yılında yayımlanan Yanyana'daki şiirlerin aynı doğrultuda ilerlediği görüldü. Şiire geleneksel biçimler ağırlıkla girmiş, şiir dokusuna uyaklar egemen olmuştu. Alay, ince yergi, lirizm, coşku yan yanaydı. Kullanılan sözcüklerde de bir değişme göze çarpıyordu. Önceki dönemlerdeki ağaç, deniz, bitki vb. gibi somutlukların yanı sıra çağ, dünya, yeryüzü, doğa gibi soyut kavramlar da kullanılmaya başlanmıştı. Şair belirli düşünceler üzerinde yoğunlaşırken, biçimin kusursuzluğuna iyiden iyiye özen gösteriyordu.
Bu değişimin nedenlerini araştırırken, "Garip" anlayışının 1950-1955 döneminde, özellikle şiire yeni başlayanlar arasında olağanüstü yaygın bir etkisi olduğunu, bir zamanların yeniliğinin artık iyice eskitildiğini de göz önünde tutmak gerekir. Gerçekten de dönemin dergi sayfaları bu şiirin kötü kopyalarıyla dolmuş, şiiri giderek yalnızca küçük olayların basit bir dille aktarıldığı, bütün gücü az sayıdaki dizelerin içine sıkıştırılmış küçük bir buluşta olan bir tür haline gelmişti. Bütünüyle birbirine benzeyen bu şiirlerin altında imza olmasa, kimin yazdığını çıkarmak neredeyse olanaksızdı.
Melih Cevdet ANDAY, son kitabının üzerinden uzunca bir zaman geçtikten sonra, 1963'te Kolları Bağlı Odysseus'u yayımladığında edebiyat çevrelerinde belirgin bir şaşkınlık görüldü. Daha öncenin açık, anlamını kolay ileten, tadına kolay varılan şiirininyerini, konusunu mitolojiden alan, kapalı, tadına güç varılan bir şiir almıştı. İnsanoğlunun doğa karşısında gelişimini, "Neredeyiz? Nereden geliyoruz? Bütün müyüz, parça mıyız?" gibi zamana bağlı olmayan sorularla irdeleyen "zamansız" bir şiir.
Kolları Bağlı Odysseus ve ardından gelen Göçebe Denizin Üstünde ile Teknenin Ölümü bir arada düşünüldüğünde, Anday' ın toplumsal sorunları aktarma ve uyarma gibi daha önce şiirinde yer alan bir görevi düzyazıya aktarıp, salt düşünsel bir şiire ulaşmak istediği anlaşılır. Gerçekten de, 1960 sonrasında hem Türkiye genelinde, hem Türk şiir ortamında çok şey değişmiş, daha önceleri şiirin sözcülük etmeye çabaladığı kimi konular, asıl uzmanlarınca gündeme getirilip tartışılmaya başlanmıştı. Şairin kendisi de deneme ve makaleleriyle bu tartışmalara katılarak görüşlerini bildiriyordu.
Öte yandan şiirinin taşıyamadığı konuları, insanlar arası durumları 1965' ten sonra yayımlamaya başladığı romanlarında ele alıyor, oyunlarında çağdaş insanın yerleşik değerlerle ve düzenle çatışmasını irdeliyordu. Böylece şiiriyle, kimi görüşleri aktarmak ve yaymak yerine, yaşam, doğa, dünya, tarihsellik gibi felsefenin yüzyıllar boyu uğraştığı konularda yoğunlaşmak olanağını yakalamıştı. Felsefeye bile öncülük edebilecek, biçim yönünden oldukça derinleşen bir şiire ulaşılmıştı.
Melih Cevdet ANDAY'ın şairliği; tüm şiirleri gözden geçirildiğinde açıkça görülebildiği gibi, durmadan değişmiş, sürekli bir gelişme göstermiştir.
Yapıtları Rusça, Fransızca, İngilizce, Bulgarca, Yunanca'ya, Sırp ve Polonya dillerine çevrilmiş; UNESCO'nun Courrier dergisi 1971 yılında onu Cervantes, Dante, Tolstoy, Unamuno, Seferis Kawabata düzeyinde bir edebiyat adamı olarak gördüğünü açıklamıştır.
Hepsini gördüm ayrı ayrı,
Kuşların zamanı tunç rengindedir.
Tanrılardır taşın zamanı,
Denizin zamanı ölür dirilir.
Göğü tanıyamadım, yok ki,
Sahipsiz zamanlarla doldurmuşlar,
Ama ordan iner o eski
Ölümsüz sevdaların zamanı kar
Ve havlamayan dev köpekleriyle
İnsanın zamanı... Olmayan
Ama hayalet bir yasemin gibi kokan,
Toprağımız eşelendikçe.
SEVİNCİN YARISI
Kuşlar yağmur yağdırır da
Yağmur güneşi vururdu ya
Ben sana gelirdim
Sevincin yarısı ağzımda
Zambağa birikir sabahlar
Ovalar atlara binerdi
Kulesine koşuşunca deniz
Cebimde geceden yıldızlar
Arılarla ballarla kanımda
Yüreğim avuç olurdu da
Sonra çeşme de olurdu ya
Mutsuz dönüşler ayında
Ben sana gelirdim
KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1.
Kara gemi Okeanos ırmağının
Akıntısından kurtulup tanrısal
Denizde Ayaye adasına varınca
Onu kumsala çektik ve uykuya
Dalarak tanrısal şafağı bekledik.
Sabah sisi içinde doğan
Gül parmaklı şafak
Elpenor' un yüzüstü yatan ölüsünü
Bulmuştu ilk önce kıyıda.
Martı leşleri ve deniz kabukları arasına
Törenle gömdük onu kederli
Gönülle ve yanık yüzlü şaraptan
İçerek dinledik Kirke'yi.
2.
Tanrıçaların en tanrısalı
Güzel belikli Kirke eyitti :
"Sen Odysseus iki ölümlüsün
Hades'i gördün daha yaşarken
Güneş doğmayan neşesiz ülkeyi
Günlerce karanlıkta kaldın
Çünkü İthaca yaşatıyordu seni
Tanrısal denizde ordan oraya
Bin yıldır aradığın ada...
Konağının sarsılmaz temeli
İkarios kızı Penelopeia
Ve erdemli dölün Telemakhos
Bütün ülkün ve sevgin olan İthaca."
3.
İyi dinle söyleyeceklerimi
Her şeyi olduğu gibi anlatacağım sana
Ki yeni uğursuzluklar yüzünden
Denizler ortasında kalma bir daha.
Önce Sirenlere rast geleceksiniz
Koruyun onlardan kendinizi
Yabansı ezgilerle büyüleneceksin
Ordan çarçabuk uzaklaşmalı ki
Büsbütün yok olmasın İthaca.
Sirenleri aştıktan sonra kürekçilerin
İki yol çıkacak karşına birden
Acaba bunlardan hangisi?
Artık onu orda sen bileceksin!"
4.
Oysa İthaca'yı hiç görmemiştim
Penelopeia yoktu, Telemakhos da,
Ama İthaca kafamda onlardan kurulu idi.
Tanrıçaların en tanrısalı
Kirke'nin bile söyleyemediği
Bu yolu bulup geçeceğim;
Ama ne denli güç olursa olsun
Bilerek varmak istiyorum şimdi
Sirenlerin ezgilerini dinleyeceğim
Dedim ve büyük bir mum peteğini
Tunç hançer ucu ile ezdim çabucak
Tıkadım kürekçilerin kulaklarını bir bir
Orta direğe bağlattım kendimi.
5.
Kürekçilerim hasatsız denizi
Köpürttüler kürekleriyle,
Tez yürüyüşlü gemi gün batarken
Ulaştı Sirenlerin adasına,
Yüreğim kopacak gibiydi
Kanatlanıp uçacak gibiydi, ama
Sirenlerin izi bile yoktu ortada.
Yalnız bir ezgi, ta derinden
Ta içerimden gelen bir ezgi
Başladı yavaş yavaş yükselmeye;
O yabansı, o büyülü türküleri ben
Söylüyordum sağır gemicilere
Yalnız ben duyuyordum Sirenleri.
Kirke, bilge tanrıça, selam sana!
Sağ salim geçtim kendimi.
DEFNE ORMANI
Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hala yeşil bir defne ormanı altında.
ANI
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma
Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma
Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma
Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma
Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.
Melih Cevdet ANDAY
2 Temmuz 2009 Perşembe
ANNEMİ KAYBETTİK!
VAROLUŞ SEBEBİM
yüreği yufkadır annemin,
göğsüne iğnelediği paslanmış muska
ve yazılanlar kanlı bir tarihin sözcükleridir.
yunakta soyunur yalnızlığından
ve suyla arınır geçmişinden.
acıları gözbebeklerinde
sönmüş bir yanardağ ağzıdır
sunak taşında tokaçlar bütün kirli elbiselerini
öç alır yaşamından.
buruktur gülüşü,esirgeyen ve bağışlayandır.
ve annem yorgun bir kadın imgesidir...
yüreği yufkadır annemin,
terli düşler kurar ve kurduğu düşlerde boğulur.
terle uyanır kan uykularından
ve acıyla dokunur elleri sabaha.
suyu azalan ırmaklar dökülür
alnındaki derin çizgilerden.
gizli yağmurlar biriktirir yüreğinde
bütün kelimeleri besleyen.
baharat kokar avuçları,
okşarken saçlarıma bulaşan o baharat kokusu
ve uzak uzun yollara uğurlarken
arkamdan döktüğü sular gözyaşlarıdır.
buruktur gülüşü,esmer ve kimsesizdir.
ve annem yorgun bir kadın imgesidir...
MUSTAFA KOÇ
Ölüm denen gerçek onu aramızdan zamansız aldı.28 Haziran Pazar gecesi yüksek tansiyona bağlı beyin kanaması nedeniyle hastaneye kaldırıldı. 30 Haziran Salı akşamına kadar yoğun bakım ünitesinde yaklaşık iki gün ölümle pençeleşti.Ve salı günü saat 19.30 sularında aramızdan ayrıldı.
Yaprak daldan koptu,düştü.Onunla yaşanılan her an bir düş'tü zaten...Gerçek olamayacak kadar güzeldi.
güzelliğin sinmiş
yaşamın bahçesine
bozkırda ısssız
kimsesiz kaldım...
seni çok özleyeceğiz anneciğim...